“Ne kadar değişirsen değiş; nerede mutlu olduysan hep oraya çevirirsin kafanı. Ne kadar terbiye etsen de susturamazsın içindeki canavarı. Nereye gidersen git şunu unutma: Herkes, gün olur evine geri döner.”
Türk televizyon tarihinin iz bırakan figürlerinden biri olan Ramiz Karaeski (namı diğer Ramiz Dayı) söylüyor yukarıdaki cümleleri. Hayatın çıkmazlarından, dipsiz kuyularından birini söylüyor aslında.
Hiçbir fert yoktur ki gittiği her yerde aynı aitlik hissine kapılsın, aynı evde hissetsin…
Tüm insanlar kafalarını mutlu hissettikleri yere çevirir ve tekrar tekrar bakarlar.
Bazısı şanslıdır, “evim” dediği yere bir gün geri döner; bazısı ise fotoğraf kareleriyle avutur ruhundaki noksanlığı.
Ait hissetmek beraberinde mutlu olmayı kendiliğinden getiriyordur belki de… Bilinmez.
Mart ayında kaleme aldığım Victory filmi yazısında, kapsamlı bir şekilde “İhtiyaçlar Hiyerarşisi”ne değinmiştim.
Maslow Piramidi’nin üçüncü basamağında sosyallik ve aidiyet kavramı vardır. Çok basit bir denklemle gidersek; bulunduğu yerde ait hissetmeyen ve tıpkı Ramiz Karaeski’nin dediği gibi kafasını daha önce mutlu olduğu yere çevirenler, ihtiyaçlarında tam doyuma ulaşamazlar.
Bu yazıda dönebilmeyi başarmış bir adamın hikâyesinden bahsedeceğiz. Yani, “The Way Back” filminden ve Ben Affleck’in hayat verdiği Jack Cunningham karakterinden…
Girişi Ramiz Dayı ile yaptık diye Ezel dizisinden bahsedeceğimizi sanmadınız umarım!
Sığınak
Öncelikle “The Way Back” filminin 2020 yapımı olduğunu ve hâlâ yeni sayılabilecek bir film olduğu bilgisini verelim.
Yönetmenlik koltuğunda ise daha önce Miracle ve Warrior gibi spor filmleriyle dikkat çekmiş olan Gavin O’Connor oturuyor. Gavin Bey’in yine benzer dinamiklerle bir olay örgüsü kurduğunu da ekleyelim. Şaşırtmayan ve çok da sürprize açık olmayan bir yönetmen olarak mesleğini icra etmeye devam ediyor ağabeyimiz. Ne diyelim, Allah daha çok versin!
Bir dönemi kasıp kavuran ve hatta Tarık Akan’lı bir Türkiye versiyonu olan Koçum Benim’e de ilham olan Beyaz Gölge ile benzerlikler taşıyor bu film.
Başkarakterimiz olan Jack Cunningham gençliğinde, kolej hayatında ülke çapında tanınan bir basketbol oyuncusu. Fakat basketbol oynamaya devam etmeyip başka bir koleje geçiş sağlıyor. Filmin akışında babasıyla yaşadığı anlaşmazlıklardan dolayı bu kararı aldığını öğreniyoruz. Kişisel travmalarından, özel hayatından dolayı potansiyelini değerlendirememiş bir insandır yani Jack.
Hayatının akışında ise bir daha basketbol oynadığı dönemdeki mutluluğu yakalayamıyor. Tutkusundan ayrı kalmak, bunu bastırmaya çalışmak elbetteki insanlarda patolojik sıkıntıları beraberinde getirir.
Yolunda gitmeyen bir hayat, bir de tüm sıkıntılar yetmezmiş gibi evlat acısını ekliyor. Elbette Jack için altından kalkması en zor olan da bu oluyor. Çocuğunu kaybettikten sonra da sığınak olarak kendisine alkolü seçiyor. Karakterin kısaca hikâyesi bu şekilde.
Kendi Yolumda
The Way Back filminin bizim ana odağımızı oluşturacak kısmı ise karakterin kendini ait ve mutlu hissettiği basketbol sahalarına dönüşü.
Geçen bu uzun yılların ardından basketbolcu olarak dönmüyor elbet.
Takımın koçunun eksik olduğunu ve geçmişinde başarılı bir basketbolcu olduğu için bu görevin altından kalkabileceğini söylüyorlar Jack’e.
Tabii bu bir film olduğu için o da hemen atlamıyor bu teklife! Biraz düşündükten sonra kabul ediyor.
Eşofmanlarını giyip antrenmana çıktığında Jack’i ilk etkileyen şey şu oluyor: Kendisinin geçtiği yollardan şimdi başka gençlerin, başka hayatların, başka kırılmaların, başka hikâyelerin geçtiğini görmek.
Sonrasında ise hayatındaki bir gerçeğin farkına varıyor. Israrla bahsettiğimiz aitlik hissi iliklerine kadar kendini göstermeye başlıyor.
Şimdi antrenörlük yaptığı yerde hayatının en kendisi olduğu dönemlerini yaşamıştı sonuçta.
Nihayet, yıllar sonra tekrar kendisi gibi hissetmeye başlamıştı.
Kaldı ki bu adam kolektif bir yapının parçasıydı. Bir topluluk içinde yetişmişti. Çünkü o bir takım oyuncusuydu.
“Topluluk ya da grubun üyeleri kişisel bağlılık ve aidiyet duygusuna sahipse o grubun üyesi olarak kendilerini algılamaktadır. Bir diğer ifadeyle, birey aidiyet ve diğerlerine güven duygusu geliştirmeksizin, kendisini bir kişinin, grubun ve toplumun parçası olarak algılamaz. Bireyin toplumun farklı kesimleriyle oluşturduğu organik bağlar onu, bağlı olduğu topluluğun üyesi yapar. İnsan aidiyet duygusunu kaybettiğinde, kendini köksüz ve güvensiz hisseder”*
Tam da yukarıdaki alıntıda olduğu gibi, köksüz ve güvensiz hayatından kurtulmuştu artık. Kendisini annesinin cebindeki bir kanguru yavrusu gibi güvende görmeye başlamıştı.
Tüm bu aidiyet beraberinde neyi getirecekti peki?
Elbette ki işine sarılmayı ve birlik beraberlik ruhunu oluşturmayı.
İşte başarmıştı. Takımı toparlanmış ve kenetlenmişti. İlk aldığında goygoyu sorumluluk duygusunun çok önünde olan takım, şimdi bileği bükülmez olmuştu.
Özetlemek çok basit: Eve dönmüştü, mutluydu ve başarısı da arkasından geliyordu.
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Kalmaz
Şimdiye kadar filmde asıl kırılmayı yaratan materyale değinmedik. O materyal alkol.
Her ne kadar Jack kendisini ait hissettiği yerde olsa bile ciddi bir aykırılığı var.
Katolik mezhebine sıkıca bağlı olan bu okulda Jack’in alkol kullanıyor olması doğru karşılanmıyor. Esasında İncil’de de Katolik inancında da içki günah değil; tam aksine tanrının bir armağanı olarak nitelendirilir. Fakat sarhoş edecek ölçüde içki kullanımını Katolikler günah olarak görür.
Aykırılıklar tam bu fikir çatışmasından başlar.
Düşünün, takımın vaizi bile var. Her maç öncesi Jack, yardımcısı ve vaiz oluyor takımın başında.
Her maç öncesi vaiz mutlaka takıma konuşma yapıyor.
İşin bu boyutu Jack’in pek umurunda olmuyor. Eve dönmenin mutluluğu ve tutunduğu bu daldan düşmemek her şeyin önünde geliyor onun için.
Hoşlanmasa da bu sebeple sesini çıkarmıyor.
Kendisinin alkolle arasına mesafe koyamaması da yardımcısı Dan’in hoşuna gitmiyor.
Kolejin sahibine kadar bu konu ulaşınca Jack işinden oluyor.
Ne kadar başarılı olsa bile, ne kadar gitmemek için dirense bile yollar ayrılıyor.
Hikâye bu şekilde bitiyor.
Bunca anlattığımız şeyin üzerine bu final beraberinde bir soruyu getiriyor: Bu bir eve dönüş hikâyesi mi yoksa değişimin kaçınılmazlığından dolayı eve dönmenin mümkün olmadığının hikâyesi mi?
Dönersiniz ama belki de ne siz eski sizsinizdir ne de o ev eski evinizdir… Ya da ikisi birden!
*Duru, E. (2015), Genel Aidiyet Ölçeğinin Psikometrik Özellikleri: Geçerlik ve Güvenirlik Çalışması, Dergipark