Editörün SeçimiFutbolSanatBir Kendini Gerçekleştirme Filmi: VICTORY

 “Şimdi gidersen bir maçtan daha fazlasını kaybedeceğiz, Hatch”

Bu cümle, kendini gerçekleştirme çabası içerisindeki bir grup insanı anlatan Victory filminin en can alıcı repliği! Kazanmanın yalnızca skordan ibaret olmadığını, verilen mücadelenin insanın hangi var oluş derinliklerini temsil ettiğini anlatan filmin…

John Huston imzasıyla 1981 yılında çekilen ve Türkçe çevirisi Zafere Kaçış olarak karşımıza çıkan bu filmle ilgili, esas anlatmak istediğim derinliklere girmeden evvel kabaca filmin konusundan bahsetmekte yarar var. Hikâye, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından esir alınan askerlerin toplandığı bir askeri kampta geçiyor. İngiliz tutsaklardan birisi eski bir futbolcu; John Colby (Michael Caine). Kampta bulunan Alman Binbaşı Karl Von Steiner (Max von Sydow), John Colby’yi gördüğü zaman tanıyor ve bu ikili tanışıyorlar. Bu tanışmada Colby’nin eski bir West Ham United ve İngiliz Milli Takım oyuncusu olduğunu öğreniyoruz. Binbaşı Steiner’ın filmin dinamikleri içerisinde “Alman ama iyi bir Alman!” profili olarak çizildiğini söyleyelim; çünkü bu bilgi yazının ilerleyen kısımlarında işimize yarayacak.

Steiner, Colby’ye müttefiklerden bir takım oluşturmasını ve Alman Silahlı Kuvvetleri’ne karşı moral amaçlı bir futbol maçı oynamalarını teklif eder. Colby’nin bu teklifi kabul etmesi zor olmaz ve Steiner, Alman subayları da ikna ederek bu maçın organize edilmesini sağlar. Fransa’da bu iki takım arasında maç yapılacağı kararlaştırılır. Alman cephesi, yıldızlar karması bir milli takım çıkaracağını söyler ve gövde gösterisine hazırlanmaya başlar. Eh, bizim de anlatacaklarımız burada başlar!

İhtiyaçlar ve Talepler

Hikâyenin bu noktadan sonrasında John Huston’ın adım adım Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi içerisinde bir devamlılık sağladığı görülür.

Kişi, var olan ihtiyaçlarını giderme yönünde davranmaktadır. İhtiyaç, davranışı belirleyen önemli bir etmendir. Maslow, ihtiyaçları beş ana grupta toplamış ve hiyerarşik bir düzen içine koymuştur. Bireyin en alt düzeydeki ihtiyaçlarından en üst düzeydeki ihtiyaçlarına kadar tümünü içermektedir.[1]

Dönelim hikâyemizin devamına ve efsunlu kısımların başlangıcına… Colby, Steiner’ın maç teklifini kabul ettikten sonra öne sürdüğü ilk koşul, takıma aldığı kişilerle birlikte daha iyi beslenmelerinin sağlanmasıdır. İlerleyen satırlarda işimize yarayacağını söylediğim Steiner’ın ‘iyi bir Alman’ olduğu izlenimi bu noktada kendisini göstermeye başlar. Steiner, Colby tarafından futbol takımına seçilen müttefiklerin iyi beslenmelerine yardımcı olur. Bahsettiğimiz mekânın bir POW Kampı olduğunu göz önünde bulundurursak bu isteğin Maslow’un piramidindeki ilk basamağı ne kadar doğruladığını da görürüz. Takıma belli bir zaman sonra katılanların bitkin bir hâlde olduğunu bize göstermek için Huston, yakın plan çekimler kullanır. Bu oyuncuları yemek yerken görürüz ve etraflarında da takıma daha önce katılmış olanlar onları üzüntülü bakışlarla izler. Beslenme ihtiyaçlarını gideren takımın yeni oyuncularını bir daha aynı şekilde görmeyiz. Piramidin ilk basamağının böylece hallolduğu bizlere sunulmuş olur.

Piramidin ikinci basamağında gördüğümüz güvenlik ihtiyacı ise belki de filmle ilgili en absürd bilgilerden birini karşımıza çıkarıyor. Daha filmin ilk sahnesinde kaçmaya çalışan bir tutsağın Almanlar tarafından öldürüldüğü bilgisini bile es geçiyorum! Esirlerle doldurulmuş bir savaş ortamında neyin güvenliği ola ki? Fakat Colby, bunun da pazarlığını yapar ve takıma seçtiği müttefiklerin barınma yeri bile kamptaki diğer tutsaklardan ayrılır. Hatta takıma, maça hazırlanmaları için futbol sahası tahsis edilir. Forma bile verilir! Binbaşı Von Steiner, organize edilmesi istediği bu maçı Alman subaylara iletirken daha önce Almanların, İngilizleri yenemediğine değinir. Bu meydan okuma fırsatı Almanların eline geçtiği için karşılaşacakları rakibin maça çıkması ve bu maçın ne olursa olsun oynanması onlar için önemlidir. Bu nedenle takımda olan müttefiklerin güvenlikleri de sağlanmış olur ve piramidin ikinci basamağı da tamamlanır.

Sürekli futbol oynayarak maça hazırlanan, beraber yemek yiyen, aynı yerde barınan ve diğer tüm tutsaklardan ayrılmış olan müttefikler takımı kaynaşmaya başlar. Filmin ilerleyen sekanslarında birbirlerine karşı aidiyet hissinin oluşmaya başladığını görürüz. Hatta Sylvester Stallone’nin olağanüstü ustalıkla canlandırdığı Hatch karakterinin filmin içerisinde de takım içerisinde de bir parça neşe kaynağı oluşturduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Takım, Hatch kaçtığında onun yokluğunu Alman subaylara hissettirmemek için canla başla durumu örtbas etmeye çalışır. Karınları her gün doyan ve güvenlik konusunda da endişe duymamaya başlayan bu esirler artık birbirlerine kenetlenmiş ve şakalaşacak kadar yakınlaşmışlardır. Görüldüğü üzere, piramidin üçüncü basamağına da burada bir çentik atabiliriz!

Kaçış Planları

İhtiyaçlar Hiyerarşisi’nin bir sonraki adımına geçmeden önce filmle ilgili bilinmesi gereken başka detaylar var. Hatch karakteri, kamptan kaçma planları olan bir esirdir fakat bunu bir türlü başaramaz. Takıma katılmanın ise kaçmak için bir fırsat olduğunu düşünüp Colby’yi zorlayarak kendisini takıma aldırır. Fakat onun için piyango çoktan vurmuştur. Kampta esir bulunan İngiliz subaylar, futbol organizasyonu olduğunu ve maçın da Fransa’da oynanacağını öğrendiklerinde gizlice yürüttükleri bazı Fransa bağlantılarını devreye sokarlar. Maç günü müttefikler kaçacaktır. Bunun üzerine plan yapılır ve Hatch’in de bu planın bağlantı kablosu olarak bir şekilde Fransa’ya kaçırılıp sonra kampa geri sokulması sağlanır.

Plan tıkır tıkır işler. Maç günü geldiğinde kaçış planı ayarlanır ve ne zaman, nereden, hangi yöntemle kaçılacağının bilgisi Hatch’e verilir. Hatch de bunu Colby’ye aktarır. Devre arası soyunma odasının küçük havuzundan kaçılacaktır. Havuzun altı müttefiklere yardım eden birkaç Fransız tarafından kazılmıştır. Bu bilgiyi de haznemize eklediğimize göre maçın başlangıç anına dönebiliriz.

Sahada Savaşın Psikolojisi

Maç, Almanlar için bir gövde gösterisidir. Müttefiklerden çok daha güçlü bir takıma sahiptirler ve oldukça baskın bir oyunla başlayarak kısa sürede farkı da arttırırlar. Bu futbol şölenine Almanların ne kadar değer biçtiğine dair şu örneği verebiliriz: Almanlar 1-0 öne geçtiğinde maçı radyodan aktaran spiker, “Tribünler kendinden geçiyor” anonsunu yaparak alkış efekti verir. Oysa tribüne baktığımızda ise çoğunluğun, müttefikleri desteklemek için gelen alt sınıf Fransız vatandaşlar olduğunu görürüz. Maçın istedikleri gibi gitmemesi kendileri için bir hayal kırıklığıdır. İlk 45 dakika tamamlandığında soyunma odasına Almanların 4-1 üstünlüğüyle girilir.

Devre arası, müttefikler stadyumun soyunma odasına girdiklerinde kaçma planından haberi olan yalnızca iki oyuncu vardır: Hatch ve Colby. Bu ikili takıma, maçın ikinci yarısına çıkmayacaklarını ve soyunma odasındaki havuzdan hep beraber kaçacaklarını söylerler. Takımda bu haberin ilk alındığı anda homurdanmalar çıksa bile havuzun altından tüm takım tünele girer. Ve işte zincir tam da bu noktada kopar. Takımın büyük çoğunluğu kaçmak yerine maçın ikinci yarısına da çıkarak mücadele etmek istediklerini söylerler. Takım kaptanı John Colby kolayca ikna olur ve durur. Kaçmaya direnen tek kişi Hatch’tir ve takım arkadaşları onu da kaçmaması için ikna etmeye çalışır. Çünkü kaçmak, mücadeleden vazgeçmek beraberinde bir prestij kaybını -belki de bir onur kaybını- getirecektir. Filmde Luis rolünde izlediğimiz dünyaca ünlü futbolcu Pele, işte tam da bu sahnede dillendirir bu kırılma anı cümlesini: “Şimdi gidersen bir maçtan daha fazlasını kaybedeceğiz, Hatch”.

Ellerine böyle bir fırsat geçmişken neden takımın kaçmak istemediğini anlamak için yine Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi bize yol gösterir: “Her yeni ihtiyacın giderilmesi yeni bir ihtiyacın da doğması anlamına gelir. Bu durumda, sürekli bir gerilim vardır aslında ve bir dengeye kavuşmak hem olası değildir hem de kişi tarafından istenmez.”[2]

Artık burada yeni bir ihtiyaç karşımıza çıkar: “Değer ihtiyacı”. Tribünleri dolduran kalabalığa kendini ispat etme isteği de işin içine girince bu ihtiyacı karşılamanın tek yolu sahaya çıkıp gereken mücadeleyi göstermektir. Sporda, oyunlarda kazanmak istememizin nedenlerinden biri, kazanmanın insanlar için evrimsel bir değere sahip olmasıdır.[3]

Bir Maçtan Daha Fazlası!

Takım, uzun bir süredir askeri kampta esir tutulmuştur. Uzunca bir aranın ardından ilk kez sivil insanlarla karşılaşırlar ve zorlu savaş yıllarında onların da başka türlü bir esaret altında olduğunu kavrarlar. İkinci yarıda takımın kazanma isteğiyle sahaya çıkması tribünler için bir umuttur. Tribünleri dolduran halkın kazanma isteğine karşılık vermek, ortak duygularda buluşmak ise takımın motivasyonudur. Piramidin dördüncü adımı olan değer ihtiyacını karşılamak için sosyal onay da bir etmendir. Takdir edilmek, önemli bulduğu kişiler tarafından sevilmek ve onaylanmak da şiddetli bir ihtiyaçtır. Kimi yazarlara göre sosyal onay bir ihtiyaçken kimi yazarlara göre ise bir motivasyon kaynağıdır.[4]

İkinci yarı başladığında müttefikler, hem kendi ihtiyaçlarını gidermek adına sağladıkları motivasyon hem de tribünlerden kendilerine biçilen onay gücünü arkasına alarak bambaşka bir futbol oynamaya başlar. Günümüz teknolojisinde bile futbol filmleri çekmek oldukça zorken Huston’un maçın ikinci yarısını oldukça başarılı ve seyir keyfi yüksek bir şekilde çektiğini de söylemeliyiz. Bilhassa Pele’nin röveşatasının slow-motion tekrarlarla gösterilmesi seyir keyfinin ayyuka çıktığı anlardır. Maçı müttefikler 4-4’e getirerek tabiri caizse Almanlara kök söktürürler. Maçın son dakikasında ise Almanlar lehine bir penaltı çalınır. Daha önce penaltıdan bir gol yiyen ve kalecilikle de uzaktan yakından alakası olmayan Hatch, o an penaltıyı kurtararak maçın bu skorla bitmesini sağlar. Maçı kaybetmemiş olmanın verdiği coşkuyla bütün tribün sahaya iner ve coşkulu anlar izlemeye başlarız. Artık piramidin tüm basamaklarının amacına ulaştığını ve filmin omurgasını oluşturan, “futbol takımının kendini gerçekleştirme” adımını da tamamladığını görürüz.

Branş fark etmeksizin tüm başarılı sporcularda “kendini gerçekleştirme” ihtiyacının şiddetli olduğunu görürüz. Özellikle son on yılda futbol severleri çok da alışılmadık istatistiklere alıştıran Messi – Ronaldo rekabetinin arkasında yatan psikoloji esasında budur. Temel odağında başarı olan sporcular kendini gerçekleştirmekle yetinmezler. Her seferinde bir kez daha kendilerini gerçekleştirmek isterler ve hedeflerini bir adım daha ileriye taşırlar. Belki de bize sporu sevdiren, “Yok artık Lebron!” dedirtecek kadar mest eden de bu doyumsuzların bizi de doyumsuz kılmaya başlamalarıdır.

Son olarak; Sylvester Stallone, Michael Caine ve Max von Sydow gibi usta oyuncuların yanında yalnızca Pele değil; Bobby Moore, Osvaldo Ardiles, Paul Van Himst, Kazimierz Deyna gibi ünlü futbolcuların da rol aldığını söylemeden yazıyı bitirmiş olmayalım. Söylemiş olduk mu yoksa? O hâlde, son düdük çaldı!

 

Kaynakça:

[1] Motivasyon: Motivasyonun Tanımı, Önemi, Motivasyon Süreci ve Teorileri, Psk. Sinem Çelenk, 2010

[2] Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi: Hayatta Kalmak İçin Nelere İhtiyaç Duyarız?

[3] Why Do We Want To Win All The Time?, Yrd. Doç. Dr. John Malouff, 2014

[4] Sosyal Onay İhtiyacı ve Ölçeği: Geçerlik ve Güvenirlik Analizi, Burcu Karaşar, Selahiddin Öğülmüş, 2016

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mehmet Ekrem Ceylan

VSPOR DERGİSİ

Tutkunu olduğumuz bu sevdaya delicesine ilerlediğimiz bu yolda sporun kitleleri tek bir noktada birleştirdiğine inanlardanız: Zafer (Victory). Sporda başarılı olmanın bir branşta kazanılan zaferin ne demek olduğunu en iyi anlayanlar belki de spor aşkına sahip olan insanlardır. Lebron James’in, Jordan’ın, Boliç’in, Sergen Yalçın’ın ve Kobe Bryant’ın kazandığı bir karşılaşma sonunda gösterdikleri reaksiyon insanlığın zafer kazanmaya ne kadar tutkulu olduğunu göstermektedir.

Abone Ol

Victory Dergi içerikleriyle ilgili e-posta bületinimize kaydolun!

victorydergi.com 2021 © Tüm Hakları Saklıdır. Tasarım & Uygulama: Aksel Gültekin