Descartes’a göre insan konuşan bir hayvandır. Düşünmeyle var olan insanoğlu beyninden geçen karmaşık fikirleri ne zaman seslere döktü tam bilebilmek mümkün değildir (Dört yüz bin ve yüz altmış bin yıl aralığındaki teoriler mevcut). Ancak konuşmanın başlangıcı ve stratejik avlanma yeteneği medeniyetimizi kurmamıza net olarak yardımcı olmuştur gibi bir çıkarım yapmak mümkündür. Çünkü konuşmak, çeşitli sesler yardımıyla karşımızdakine duygularımızı aktarmadaki en temel ve Descartes’ın söylediği gibi diğer hayvanlardan ayrılmamızı sağlayan en büyük farkımızdır. Peki ya konuşmadan anlaşmak mümkün müdür? İki kişinin birbirinin sesini hiç duymadan sadece gözleriyle ya da belli alışkanlıklar çerçevesinde sanki konuşuyormuş gibi anlaşması sizce de çok olağanüstü değil mi? Hem de bunu yüksek nabız altında ve efor sarf edilen bir spor müsabakasının içerisinde yapmak tam bir çılgınlık olsa gerek. Bugün hala her Fenerbahçe taraftarının referans noktasını oluşturan iki mümtaz şahsiyet. Uche ve Högh’ten bahsediyorum tabi ki.
Kaizer’in Önerisi
Fenerbahçe, 1993-1994 sezonuna Alman teknik adam Holger Osieck’le başladığında en son şampiyonluğunu 4 sene önce kazanmış ve sonrasında her zaman olduğu gibi çalkantılı bir döneme girmişti. Aslında sezon başında Backenbauer’le anlaşmak isteyen sarı-lacivertliler, Kaizer’in önerisiyle Osieck’e yönelmişti. Rıdvan Dilmen, Oğuz Çetin, Aykut Kocaman gibi kahramanların yanı sıra, Brian Nielsen gibi muhteşem bir solak ve Bülent Uygun gibi genç yetenekler de takımdaydı. Sezon Fenerbahçe için iyi başlamıştı. Gerçekten Kaizer’in önerisi işe yaramış gibi gözüküyordu. Ama savunmadaki sıkıntı da aynı derece göze çarpmaktaydı. Çözüm arayan Fenerbahçe Nielsen’in vatanını araştırmaya başladığında Brondby takımında forma giyen Nijeryalı bir dev göze çarpmıştı. Transfer hemen bitirildi ve Uche Okechukwu çubuklu formayı üstüne geçirdi. Sezon Nielsen’in sakatlığı ve üretim sıkıntısı sebebiyle tehlikeye girmişti. Rıdvan ise bir türlü form tutamıyordu…
Fenerbahçe sezonu şampiyon Galatasaray’ın ardından ikinci tamamlarken geleceğe umutla bakmak yine taraftara kalmıştı.
Eksik Olan Bir Şey
’94-95 sezonu da Fenerbahçe için hayal kırıklığıydı. Büyüklük enteresan bir şeydir sevgili okuyan; Sizden her zaman en iyisini yapmanız istenir. Çok sevilmenin getirdiği aşırı bağlılık, sevdiğinize zarar vermenize sebep olabilir ve sevdiğinizden yana oluşturduğunuz beklenti, karşı taraf için yoğun stres anlamına gelebilir. Fenerbahçe bunu yaşıyordu. Sinir, stres ve yıpranmışlık derken geçen senenin ikinci olmuş hocası Osieck’le yollar ayrıldı. Hırvat Tomislav İvic takımın başına geldi. Ama olmayınca olmuyordu. Fenerbahçe, sezonu dördüncü tamamladı. Ve, her zamanki gibi yeniden yapılanma vaktiydi. Sezonun parlayan ismi ise Uche’ydi. Sanki yılların Fenerbahçelisi gibi oynuyordu ama eksik olan bir şey vardı. O eksiğin tamamlanması için Amerika’da birisinin dünya şampiyonu olması gerekiyordu…
1994 yazı, Brezilya futbolu için çok ilginç bir zaman dilimidir. 1970’lerde takımın ekibinde yer alarak doğru kondisyon yüklemesini gerçekleştirip kupaya uzanılmasında katkı sağlayan Carlos Alberto Pereira bu sefer takımın başındaydı ve hiç de Brezilya kokmayan bir futbol anlayışıyla takımına kupayı getiriyordu. Amerika Birleşik Devletleri’nin sıcağında, Pereira’nın Brezilyası hiç de diğer takımlar gibi dağılmamıştı. Biraz konservatif, muhafazakar bir 4-4-2 ve Romario, Dunga gibi yıldızlarıyla zafere ulaşmasını bildi. İvic’in de görevine son veren Fenerbahçe, 1995-1996 sezonu için rotayı dünya şampiyonu teknik adama çevirdi. Karizmatik başkan Ali Şen uzun uğraşlar sonucunda Pereira’yı ikna etti. Ve, artık şampiyonluk şarkıları söylenmeye başlanmıştı.
Tatlı Tesadüfler, Beklenmedik Güzellikler
Yazının esas kahramanlarına geçmeden önce hayat hakkında bir iki kelam uygun olacaktır: Oğuz Atay, muhteşem hikayesi Korkuyu Beklerken’de “İyi şeyler birdenbire olur; Bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemede kalan heyecanlardan her zaman kötü şeyler çıkar. Ya da hiçbir şey çıkmaz” diye not düşmüştür edebiyat tarihine…
Evet sevgili okuyan, sevgili yazarın belirttiği gibi, yılların beklentisi veya yılların getirdiği yük insanları girmek istemedikleri girdaplara sokar. Fakat bir anda gerçekleşen tesadüfler hiç beklenmedik güzelliklerin olması için sadece bir ayrıntıdır. Fenerbahçe’de de böyle olmuştu.
Pereira, ilk imzayı attığında medya tarafından Brezilya’yı Brezilya gibi oynatmadığı için, savunmacı biri olduğu için, Fenerbahçe’nin hücumcu DNA’sına uyamayacağı için ve yetenek baremi Brezilya kadar olmayan Fenerbahçe’nin bu oyunu oynamayacağı gibi türlü argümanlarla eleştirildi. Ama, günün sonunda futbol 11 oyuncuyla oynanan ve türlü değişkenlerin doğru oyun anlayışı ile uygun ikililerin yarattığı sinerjiyle oynanan bir oyundu. Bu anlamda önce eksikler belirlendi; Tespit basitti, Fenerbahçe’nin çok kırılgan bir savunması vardı ve gözler bir kez daha kuzeyin soğuk topraklarına çevrilecekti. Amaç Uche’nin yanına uygun ve onu tamamlayabilecek bir partner bulmaktı. Bulundu da: Jes Högh!
Kesişen Yollar
Aalborg’a transfer olmadan önce Danimarka’nın sarı-lacivertlileri Brondby’de savunmanın merkezinde oynayan ikili, bu sefer Akdeniz’in sıcağında, Türkiye’nin sarı-lacivertlileri için oynayacaklardı. İkonik sezon başlamıştı. Hazırlık kampını iyi geçiren Fenerbahçe lige 4-0’lık Karşıyaka galibiyetiyle fırtına gibi girdi. Sisli hava dağılmış gibiydi. İşte tam da burada ölçeği küçültmenin vakti geldi. Fenerbahçe’nin savunmasında düzgün giden şeyler vardı…
Dünya futbolunda, ulusal ve uluslararası etki yapan takımlar incelendiğinde ortaya çıkan görüntü nettir; İster üçlü oyunlarda isterse de dörtlü oyunlarda göze çarpan kritik nokta savunmanın uyumu ve hücum hattının bitiriciliği. Pereira yönetimindeki Fenerbahçe, yaratıcılıkta ’94 yazından esintiler sunuyordu ama esas konuşulması gereken arka dörtlüydü. Çok iyi işleyen kompakt bir yapı oturtan kurt hoca savunma göbeğini Uche Okechukwu ve Jes Högh ikilisine emanet etmişti.
Sanki aralarında gözle görülmeyen bir ip vardı. Sürekli birbirlerini kontrol ediyor, doğru pozisyonu alıyorlar ve atakları ustalıkla savuşturuyorlardı. Birlikte oynama pratikleri takımın geriden daha rahat çıkmasına olanak sağlıyordu. Uche, savunmanın yırtıcı ve hamleli oyuncusuyken, Högh topla daha hünerli ve top çıkarıp takımın yerleşmesini sağlamakta daha mahir gibiydi. Ne olursa olsun sevgili okuyan insan sadece konuşarak anlaşan bir canlı değildir. En yakın dostunuzla, ortağınızla, eşinizle veya anne ve babanızla aranızda adını koyamadığınız bir bağ vardır. Telepatik ağlardan oluşan bu bağ, bazen size arkada bir gözünüz daha varmış gibi gösterir. Arkanız sağlam hissedersiniz.
Ayrılamaz İkili
Fenerbahçe, 95-96 sezonunu şampiyon tamamladı. Oynadığı 34 maçta sadece 19 gol yedi. Bunu sadece oturtulan doğru savunma anlayışıyla açıklayabilir miyiz? Tandemde yani takımın kalbinde duran ve geçilmesi çok zor olan bu ikili zaferin saha içi lideriydiler. Birini yazarken, diğerini yalnız bırakamazsınız. Karşınızda olan iki çocuktan sadece birine şeker vermek gibi bu…
Kaleminiz ikisi için de çalışmak zorundadır. Birinin adını yazarken, diğerini peşine eklemelisiniz. Eksik bırakamazsınız bu iki efsane karakteri, tıpkı kuru fasulyeden bahsederken canınızın pilav istemesi gibi bir şeydir bu. Fenerbahçe zafer sarhoşuydu. Yıllar sonra deplasmanda gelen Galatasaray galibiyetinde onların muhteşem performansları vardı ama daha esas film henüz çekilmemişti.
Her Aşk Bir Gün Biter
Zülfü Livaneli Sus Söyleme isimli muhteşem şarkısının sonunda duygulu bir şekilde şu lafı uzun uzun söyler: Mutlu aşk yoktur. Evet sevgili okuyan mutlu aşk yoktur. Her anı, her yaşanmışlık ve kurulan bütün yapı bir gün çöker. ’95-96 sezonunun sonunda da bu oldu. Carlos Alberto Perreira, 8 sene sonra şampiyonluğun geldiği sezondan sonra Fenerbahçe’den ayrıldı. Yaşanılan tartışmadan dolayı Oğuz ve Aykut’da takımdan ayrıldı. Ama onlar kaldı. Fenerbahçe her zamanki gibi işleyen bir yapıyı bozmayı başarmıştı. Yeni bir takım ve yeni bir hoca gerekiyordu. Takımın başına Lazaroni getirildi. Tandem yine Uche ve Högh’ten oluşuyordu ama eksik bir şeyler vardı sanki…
Perreira’nın iletişimi Lazaroni’de yoktu. Dolayısıyla Fenerbahçe’de tatlar kaçıktı. Tatları kaçık olmayan ikili ise kendi hallerinde gösterişli ama bir o kadar sakin şekilde defansta didinmeye devam ediyordu.
İmkansız Yoktur!
Bu ahval ve şerait altında Fenerbahçe yer aldığı Şampiyonlar Ligi grubunda Manchester United deplasmanı için İngiltere’ye gidiyordu. Lazaroni bazı mühim maçlarda Högh’ü orta sahaya çekiyordu. Bu sefer de öyle yapmıştı ama telepatik bağlar aradaki mesafelere rağmen ikilileri bir araya tutmaya devam etti.
United evinde 40 yıldır yenilmiyordu. Bu kez de yenilmesi imkansız gibi görünüyordu. Cantona, Beckham, Poborsky gibi yıldızlara karşı yenilmek sorun değildi ama nasıl yenileceği büyük bir soru işaretiydi. Maç United kontrolünde ilerliyor, sağlı sollu ataklar ikilimiz sayesinde ve Fenerbahçe’nin katı savunma oyunuyla def edilebiliyordu. İnsanlar bu maçtan korkmakla beraber bir o kadarda sahada onların olması yüreklerine su serpiyordu. Dakika 78’de ise bir şey oldu. Bolic, ceza sahasının sol çaprazından önde olan Schimeichel’ın üstünden yaptığı bir vuruşla topu ağlara gönderdi. Onlar da oradaydılar. Fenerbahçe, savunmasının keyfini çıkara çıkara İstanbul’a döndü. Birlikteyken muazzam işler yapan bu ikili, efsane statüsüne erişmeleri için en doğru an bu maç olacaktır.
Yerin Hala Dolmuyor
O sezon Türkiye’de 4 senelik Galatasaray hegemonyası başlamıştı. Fenerbahçe, 2001 yılına kadar bir daha şampiyonluk yüzü göremedi. Högh, 1999 yılında Chelsea’ye transfer olmuş Uche’nin ise bacağı kırılmıştı. Fenerbahçe bir daha onlar gibi bir ikili bulamadı. Bugün yapılan her Fenerbahçe muhabbetinde konu onlara gelir, anılar anlatılır ve Fenerbahçe her transfer yaptığında “Fenerbahçe yeni Uche’sini/Högh’ünü buldu” manşetleri atılmaya devam edilir. Antika bir pikaba bitpazarından alınan sevilen bir plağın çalışıp çalışmayacağının heyecanıyla eve gitmek gibi bir heyecandı Uche ve Högh. Tandem teriminin ve stoper uyumunun canlı kanıtıdır onlar. Tıpkı ilkokuldaki en yakın arkadaşınız gibi bahsedeceğiniz kişilerdir onlar. Öylesine uyumlu ve öylesine gerçektir.
Hayatı hayat yapan kurduğumuz dostluklar ve biriktirdiğimiz anılardır. Kaliteli zaman ve doğru insanlarla paylaşılan derinlikli ilişkiler insan olmanın temel dinamikleridir. Bu yazının kahramanları için de bu böyledir. Bir daha hiçbir Fenerbahçe taraftarının göremeyeceği bir rüyanın efsanevi varlıklarıdır onlar. Bence burada yazacağım sayfalarca yazı bir Ebru Gündeş şarkısı etmeyecektir:
Sen Allah’ın bir lütfusun
Gözlerimin nurusun
Seni gören şifa bulur
Gel de gönlüm şifa bulsun!