M.Ö. 480 yılında Sparta Kralı Leonidas, doğudan yaklaşan Pers tehlikesine karşı topraklarını korumak için hazırlıklara başlamıştı.
Olacakları Persler’in batıya doğru yayılma politikalarının başlarında kavramış olan Leonidas sıranın Yunan Şehir Devletleri’ne geleceğini gayet iyi biliyordu. O zamanlar Ege’de tek bir devlet bulunmamaktaydı. Küçük devletlerin bir arada bulunduğu coğrafyada, en güçlü olarak bilinenler Atina ve Sparta idi. Bunun sonucu olarak Ahameniş (Pers) İmparator’u Serhas (Xerxes) küçük devletlerin zayıflığından ve otorite eksikliğinden yararlanarak Ege’yi topraklarına katmayı arzuluyordu. Böyle düşünmekte son derece haklıydı. Çünkü, bu topraklarda birlik ve beraberlik yoktu. Bu sorunu da çözmek Leonidas’a düşmüştü. Din adamlarını, siyasetçileri ve diğer devletleri ikna etmek için çok çabaladı. Ve, yaklaşmakta olan tehlikeyi işaret etti.
Net bir karar ve ittifakın çıkmadığı çabalar sonucunda Sparta kralı insiyatifi eline alarak 300 adamıyla birlikte Termopil Geçidi’nde düşmanla çarpıştı. Bu çarpışmanın sonucunda kendisi de dahil bütün adamları hayatını kaybetti. Fakat, bunun etkisi o kadar büyük oldu ki bütün Yunan Devletleri birleşerek, Persler’i topraklarından uzaklaştırdılar. Kral Leonidas, mücadele etmeden ülkesinin refah seviyesine ulaşmayacağını biliyordu. Sparta, potansiyeli olmasına karşın; devletin adının ve gücünün hatırlatılması gerekiyordu. Persler’i yenmek bu adımı yerine getirmiş ve Sparta’yı yeniden zirveye çıkartmıştır.
Bir İngiltere Akşamı
Bundan yüzyıllar sonra 1998 yılının kasvetli İngiltere akşamında 18 yaşında bir genç Liverpool ile Blackburn Rovers arasındaki oynanan maçta kırmızılar adına ilk kez boy gösteriyordu. Sonraki bir sezonu sakatlığından dolayı kaçırsa da 2000 yılında geri dönüşüyle beraber futbol dünyasında adeta yer yerinden oynayacaktı.
Dostlarına Güven, Onlar Da Sana Güvensinler
Gerrard’ın, Liverpool formasını sırtına geçirdiği ilk yılı gelişimi açısından çok önemliydi. Çaylak olmasına rağmen takıma yaptığı katkı gözlerden kaçmıyordu. İlk senesinde hücuma ve skora yaptığı etki sayesinde Liverpool, İngiltere Lig Kupası, F.A Cup ve o zamanki adıyla Uefa Kupası zaferlerini yaşadı. Bu büyük başarıların ardından Steven Gerard henüz 23 yaşındayken kırmızıların kaptanlığına getirildi. Kulüp yönetiminin ve teknik ekibin kendisine olan inançları sonucunda onu bu göreve uygun gördüler. Öte yandan bu özel yeteneğin kendisiyle beraber kulübü de daha yukarılara taşıyacağının farkındaydılar. Nitekim alınan bu doğru kararla kaptan Steven Gerrard takımın beyni haline geldi. Böylece, en parlak zamanlarında Gerrard, Liverpool’un en iyi futbolcusu olarak öne çıktı. Tabi ki bu yolculukta herşeyi tek başına yapmak imkansız. Özellikle takım sporlarında işbirliği, biribirini tanıma ve bulunduğun ortama adaptasyon konuları son derece önemlidir. Yetenek ve beceri ile birlikte takımın içindeki diğer futbolcularla uyum içinde olmak iyi performansı beraberinde getirir. Futbol söz konusu olduğunda ise uyumun ötesinde arkadaşlık ve güven son derece önemlidir.
Gerrard’ın arkadaşlarına aşıladığı güven duygusu ve gösterdiği çabayla takım kimyası çok iyi bir şekilde sentezlendi. Onun başarılarını kazandığı dönemde yanında Michael Owen, Xabi Alonso, Fernando Torres ve çoğu türk futbolseverin efsane olarak gördüğü John Arne Riise gibi kaliteli oyuncular vardı. Bu isimlerle birlikte maçlarda kendisinin üzerine binen yük daha da azalıyordu. Yükünün azalmasıyla beraber saha içerisindeki mücadele gücü daha da artıyordu. Bu sayede kaptan takımını en üst seviyeye taşımayı başardı. Artık Liverpool, kaptanının omuzlarında kazanan bir takımdı.
Mucizeye Doğru
Futbolseverler bilirler ki Mayıs ayı epik Şampiyonlar Ligi finalinin oynanacağı zamandır. Kupayı kazananın Avrupa’nın en büyüğü olarak taçlandırılacağı turnuvanın 2005 yılındaki adresi, İstanbul Atatürk Olimpiyat Stadyumu idi. Finalde tahmin ettiğiniz üzere Liverpool vardı. Rakibi ise A.C Milan‘dı. Liverpool grup aşamasında rakibine göre nispeten daha rahat bir kura çekmişti. Zira Monaco, Olympiakos ve Deportivo ile bir üst tura çıkmak için kozlarını paylaşacaktı. Beklenilenin aksine rahatlamak şöyle dursun, Liverpool grup aşamasını geçmek için adeta ecel terleri döktü. Son maçta Olympiakos’un 3 puan gerisinde bulunuyordu. Ve, kaderin cilvesi gruptan çıkma maçında Olympiakos ile oynayıp 3-1 yenerek averajla ikinci olarak gruptan çıkmayı başarıyordu. Bu badireyi atlatan kırmızılar daha sonra sırasıyla Bayer Leverkusen, Juventus ve son olarak Chelsea’yi kupanın dışına iterek finale çıkmıştı. Milan ise dalga dalga geliyordu. İtalyan ekibi grubunda Barcelona, Celtic ve Shakhtar ile eşleşmişti. Sadece Barcelona’ya deplasmanda yenilmiş, kendi evinde ve deplasmanda diğer rakiplerini süpürerek gruptan lider çıkmıştı. O sene, Şampiyonlar Ligi başladığından beri futbolseverler Milan’ı en güçlü aday olarak görüyorlardı. Milan finale gelene kadar Manchester United, Inter ve PSV Eindhoven’ı saf dışı bırakmıştı.
Asla Vazgeçme!
Takvim yaprakları 25 Mayıs 2005’i gösterdiğinde İstanbul’da muhteşem final için her şey hazırdı. Binlerce İngiliz taraftar ile binlerce İtalyan taraftar ve bir o kadar Türk taraftarlar tribünde yerlerini almıştı. Zorlu bir maç trafiğinden sonra buraya gelen iki takım kupaya bir 90 dakika uzakta duruyorlardı. Özellikle Milan buraya açık ara favori olarak gelmişti. Karşılaşmanın başlamasıyla beraber Milan’ın kaptanı Paolo Maldini daha birinci dakikada takımını öne geçirdi. Başka bir deyişle Liverpool maça 1-0 yenik başlamıştı. Oldukça tutuk bir oyun sergileyen Liverpool, Crespo’nun 39’uncu ve 44’üncü dakikalarda gelen gollerine engel olamayınca devre Milan’ın 3-0 ‘lık üstünlüğüyle sone ermişti. İngilizler üzgün, İtalyanlar ise aldıkları avantajlı skor sayesinde kupayı kazandıklarından emin bir şekilde kutlamalara başlamışlardı. Ama Olimpiyat Stadı’na gelen yaklaşık 70.000 futbolsever için gece henüz daha yeni başlıyordu.
Mucizenin Adı: İstanbul
İkinci yarı başladığında hemen hemen herkes Milan’ın kontrollü bir oyunla maçı tamamlayıp kupayı müzesine götüreceğini düşünüyordu. Nitekim oyunda 54’üncü dakikaya kadar kayda değer bir şey olmadı. Nihayet, 54’üncü dakikada kıvılcımı Steven Gerrard çakıyordu. Skor 3-1 olduğunda, kaptan takımın inancının geri geleceğinin ve bir umut ışığının belireceğini biliyordu. Her zaman ellerini yumruk yapıp iki yana açarak yaşadığı gol sevincini bu sefer sevinçten ziyade taraftarları ayağa kaldırmak için kullandı. Golden iki dakika sonra Smicer skoru 3-2′ ye getirdiğinde İngiliz taraftar artık iyiden iyiye umutlanmıştı. 60’ıncı dakikaya geldiğimizde ise Xabi Alonso skorda eşitliği sağladı. Gerrard’ın orta sahayı adeta orkestra şefi gibi yönetmesiyle ardı ardına gelen goller Liverpool’u emin adımlarla kupaya doğru götürüyordu. Futbol tarihinde en büyük geri dönüşlerden biri gerçekleşmiş, tribündeki futbolseverler bu büyünün havasına kapılmıştı. 90 dakika eşitlikle sona eriyor ve uzatma dakikalarında da gol olmayınca maç penaltılara gidiyordu.
Dominant Güç
Liverpool, Steven Gerrard sayesinde 2000’li yıllarda hep zirvede kaldı. İstanbul’dan sonra bir Şampiyonlar Ligi finali gördü kaptan. Ve, kaderin yine bir cilvesidir ki Yunanistan’da oynanan finalde rakip yine Milan’dı. Kariyeri boyunca Şampiyonlar Ligi dışında 3 İngiltere Lig Kupası, 2 F.A Kupası, UEFA Avrupa Ligi ve son olarak UEFA Süper Kupa sevinci yaşadı Steven Gerrard. Orta saha gibi futbolun en yıpratıcı pozisyonunda oynamasına rağmen bir çok maçı kaçırmadı tecrübeli oyuncu. Bu istikrarlı performansını sergilerken daha önce de söz ettiğim gibi asla bencilce bir oyun tarzı benimsemedi. Skora her yönden katkı verirken, takım arkadaşlarıyla uyum içinde olmayı başardı. Bire bir mücadele, oyunda pas akışı ve adam eksiltme gibi özelliklerini hep kullandı. Oynadığı yıllar içinde takımını İngiltere ve Avrupa’da baskın bir güç olarak tutmayı başardı. Oyun tarzıyla adeta takımını peşinden sürükleyerek en üst seviyede kalmasını sağladı. Steven Gerrard, Premier Lig dışında kazanılacak hemen hemen her kupayı kazandı. 2014 yılına geldiğimizde ise kaptanı olduğu İngiltere Milli Takımı’ndan emekli oldu. Sonrasında bir yıl daha sürecek olan kulüp kariyeri için Amerika’nın yolunu tutarak L.A Galaxy’ye transfer oldu. İlerlemiş yaşına rağmen burada da 2015 All Star’a seçilmeyi başardı. 2016 yılında ise başarılarla dolu futbol hayatını noktaladı.
Hiç şüphesiz ki Steven Gerrard oynadığı yıllar boyunca hep en üst seviyede kaldı. Bir oyuncunun uzun yıllar boyunca tek bir kulübe verdiği katkı asla yadsınamaz. İşini ciddiye alarak unutulmaz performanslar görmemezi sağlayan kaptan, bu yönüyle peşinden gelecek olan oyunculara ve yeni nesillere bir kapı açtı. Böylece, genç futbolculara en üst seviyeye giden yolun zorlu olduğunu fakat yolun sonunda kazanılan başarının bu zorlu yollara rağmen değerli ve kıymetli bir kazanım olduğunu gösterdi.
Ateşten Gömlek
Futbolla geçen muhteşem yılların ardından Steven Gerrard’ın bundan sonrası için ne yapacağı merak konusuydu. Oyuncu olarak sahalara veda etmesi onun hızını kesecek gibi gözükmüyordu. Emekliliğinin hemen ardından yani 2017 yılında, Liverpool Genç Takımı’nın başına getirildi. Genç takımın başına gelerek, kırmızılar ile elde ettiği tecrübelerini ve birikimlerini gençlere aktaracaktı. Bu dönemde çeşitli takımlardan menajerlik teklifi de almıştı. Fakat daha hazır olmadığını düşünerek tüm gelen teklifleri reddetmişti. Sonuçta ayakları yere basan biri olarak daha çok tecrübelenmesi gerektiğinin farkındaydı. 2018 yılına geldiğimizde ise artık hazır olduğunu düşünmüş olacak ki İskoçya’dan Rangers F.C’nin yaptığı teklifi kabul ederek takımın başına geçti. Bu onun için tam anlamıyla ateşten bir gömlekti. İskoçya’da, Rangers’ın çok kötü dönemlerden geçtiği ve yıllar sonra İskoçya Premier Ligi’ne çıktığı aşikar. Camia yıllardır şampiyon olamıyordu. Ayrıca Celtic ile eskiden beri süren rekabet artık geride kalmıştı. Celtic ile Rangers arasındaki rekabetin kökenlerine değindiğim “Old Firm” yazısını da okuyabilirsiniz. Konumuza geri dönecek olursak Steven Gerrard takımına yavaş yavaş oynatmak istediği futbolu kabul ettiriyordu.
Rangers ayakları yere sağlam basan, yardımlaşmanın ve mücadelenin merkezde olduğu bir takım haline gelmişti. Avrupa ve lig derken yenilmez bir takım haline geldi İskoç ekibi. Ayrıca, Gerrard sezonun ikinci yarısında oynanan Old Firm Derbisi’nde Celtic’i yenerek, 2012’den beri ilk derbi galibiyeti sevincini Rangers’a yaşattı. Bu galibiyetlerle beraber, kulüp ve camiada iyi bir kimya da yakalanmış oldu. Bu uyumun getirdiği özgüven sayesinde ’20-21 sezonuna fırtına gibi başlayan Rangers sezon boyunca bütün derbilerde üstünlük sağladı ve namağlup şampiyonluğa ulaştı. Bu şampiyonluk Gerrard’ın hocalık kariyerindeki ilk başarısıydı. İskoçya’da güzel geçen günlerin ardından İngiltere Premier Lig ekibi Aston Villa kendisiyle yakından ilgilendi. Ve, bunun sonucu olarak İngiliz ekibiyle 3,5 yıllık bir anlaşma imzaladı. Aston Villa Teknik Direktörü olarak çıktığı ilk maçında Brighton’ı 2-0 skorla yenerek Premier Lig kariyerine de parlak bir başlangıç yapmış oldu.
Asla! Asla Deme
Başarılı bir teknik direktör olan Steven Gerrard özelinde tüm dünyanın aklında bir soru ve bu sorunun getirdiği heyecan var. Bir gün Liverpool’a menajer olur mu? Bu sorunun cevabını öğrenmemiz için çok erken. Sonuç olarak teknik direktörlük kariyerinde başarılı da olsa Liverpool için henüz yolun başında. Baktığımızda futbolu bıraktıktan sonra hemen büyük bir takımın başına geçme gibi bir tercihte bulunmadığını görüyoruz. Aşama aşama bu süreçlerden geçerek en yüksek seviyeye çıkmak istemesi daha sağlam bir plan gibi görünüyor. Hali hazırda Liverpool’un başında Jurgen Klopp gibi bir hoca var.
Ancak, ilerleyen dönemde Gerrard’ı kendisi gibi futbol aklını paylaştığı ve fikir alışverişlerinde bulunduğu ekibiyle Liverpool veya başka bir büyük takımın başında görmemiz sürpriz olmayacaktır. Bill Shankly, Kenny Dalglish,Gerard Houllier ve Rafael Benitez gibi hocalardan ve Kevin Keegan, Ian Rush, Graeme Souness gibi oyunculardan aldığı mirası Gerrard ile ekibi üstüne daha da koyarak gittikleri takımlara aktaracağından eminim. O yüzden Asla! asla dememek gerek.