Site icon Victory Dergi

Ortak Kültür: Şampiyonlar Ligi – Bölüm 1

Birleşme ve sınırsızlaşma Avrupa için tarihin her döneminde önemli olmuştur. Hatta bu iki kavram bugün kullandığımız pek çok olgunun da temelini oluşturmaktadır. Tarihin ilk global güçlerinden Roma’nın da varlığının temelinde bu iki kavram vardır. Ticaret ve kültür alışverişinin bu noktada önemli olduğunu belirtmekte elbette fayda var. Fakat bundan çok daha önemli bir noktanın da altını çizmek yazının gidişatı için önemli olacak diye düşünüyorum: Ortak kültür.

Kan ve gözyaşıyla yazılan Avrupa’nın tarihinde Venedik Bankaları’nın, Westfelya Barışı’nın, 100 Yıl Savaşları’nın, hatta 1. ve 2. Dünya Savaşları’nın başaramadığını başaran ve bu ortak kültür olgusunun tam merkezinde yer alacak olgu ise hiç beklenmeyen bir alandan yükselmiştir: Futbol. On dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinin sanayi ve sömürüsünden bıkmış kitleleri bir araya getirmekle kalmayıp tüm kıtayı etkisi altına almıştır. Futbol; sınırsızlaşmanın, ortak kültür yaratmanın ve bütünü takip edecek dönemde tüm tarihi süreçlerin arasından sıyrılarak “Büyük Avrupa” ideasının merkezlerinden biri durumuna gelmiştir. İdeaların aynası konumunda ise yerelliğin tüm kalıplarını yerle bir eden bir şampiyona vardır: Avrupa Kupası, Şampiyon Kulüpler Kupası ya da bugünkü adıyla Şampiyonlar Ligi.

Triumvirlik

Dünya Savaşı’nın bitmesi yeni bir dönemin ve yeni bir düzenin kurulmasının miladıdır. Artık, Avrupa için yeniden inşa zamanıydı. Ama ünlü atasözünde belirtildiği gibi; “Roma bir günde inşa edilmedi”. Çalkantıların ortasındaki Avrupa; bir yandan yaralarını sarmak için uğraşıyor, diğer yandan da bir filiz UEFA’dan yükseliyordu. Hiç şüphesiz bu filizin yaratacağı etkiden habersiz olan Başkan Ebbe Schwartz, ülke liglerini şampiyon tamamlayan kulüplerin katılacağı ve Şampiyon Kulüpler Kupası adını verdiği organizasyonun 1955-1956 sezonuyla başlayacağını bildirdiğinde banliyölerde başlayan bu oyunun geleceğinin artık farklı bir yolculuk izleyeceği netleşmişti.

Tüm kıtayı saran heyecan, futbolu yerelliğin de ötesine geçirerek bir Futbol Roma’sı oluşturacaktı. Romalılığın bir getirisi olarak ilk dönemlerde hüküm 3 kişi arasında paylaşılmıştı: Puskas, Gento, Di Stefano. Bu isimlerin oluşturduğu Real Madrid hücum hattı her yeri fethetti; Raymond Kopa komutanlığındaki Stade de Reims, Alman tankı Frankfurt, İtalyan devleri Fiorentina ve Milan… İlk 5 sene kimseye acımayan Real Madrid, futbolun ilk büyük taktik dizilimlerinden biri olan WM’yi ve tabii ki futbol tarihinin ilk büyük üçlüsünün sayesinde şampiyonayı domine etmişti. Ne yazık ki her triumvirlik gücünün doruğundan uzaklaştıkça güç savaşları birbirini izler. Ardından bir Augustus ortaya çıkarak, imparatorluğunu ilan eder. Bu sefer bu imparator ise İspanya’nın yanı başından çıkacaktı.

Real Madrid – 1956 Şampiyon Kulüpler Kupası
Çeşitlilik

Macar Futbolu 1950’lerin başlarından itibaren Dünya futbolunun lokomotifi görevini başarıyla yerine getirmişti. Mucit İngiltere’ye 6 ve 7 attıklarında güçlerinin zirvesindeydiler. Kocsis, Czibor, Puskas gibi oyuncular bir kenara, Dünya futboluna yeni bir mevki getirdiler: 10 Numara. 1953’te Wembley’de 6-3 biten maçta iki takım da sahaya WM dizilişiyle çıkmışlardı.

Macarların yeni oyun sisteminin öncülerinden, şahsına münhasır futbol adamı Bela Guttman, 1959’da Benfica’nın başına geçti. Bir yıl sonra da finalde Kocsis’li, Czibor’lu Barcelona’nın elinden ilk kupasını aldı. Bununla yetinmeyen Benfica 1961-62 sezonunda muhteşem üçlüsüyle ve tüm azametiyle karşılarına dikilen Real Madrid’i 5-3’le uğurlayarak kupayı ikinci kez üst üste kazandı. Sezon sonu yönetimden daha iyi bir kontrat isteyen Guttman bu isteğine bir karşılık alamadı. Kapıdan çıkarken, “Benfica 100 yıl boyunca bir daha Avrupa kupası alamayacak” diye çıkıp gitti. Bu gidiş futbol dünyasının meşhur bir fenomenini doğurdu: Guttman Laneti. O günden beri sayısız final oynayan Benfica bir daha asla bir Avrupa Kupası kazanamadı.

60’lar Dünya’nın yeniden renklenmeye başladığı bir dönem olarak karşımıza çıkmıştı. Avrupa futbolu da bu renklenmeden payına düşeni, yeni taktikler ve modanın efendilerinin yükselişiyle almıştı. 19’uncu yüzyılın sonlarında tekstil sanayisi ve ham madde işleyerek İtalyan endüstrisinin önemli merkezlerinden biri olan Lombardiya bölgesi bünyesinden iki önemli takım çıkararak uluslararası arenada da boy göstermeye başladı. Bu gösterişte şüphesiz futbol tarihinde müstesna yere sahip olan bir taktiğin de payı büyüktü: Catenaccio!

Şampiyon Kulüpler Kupası kazanan son Benfica kadrosu (1962)
Oyunsal Devrimler

Bilinen efsaneye göre balıkçıların ağ kullanımındaki ikili kilit sisteminden etkilenen İsviçreli Karl Rappan’ın defansın arkasına bir oyuncu daha atarak takımın hem oyun kurulumunda hem de savunma geçişlerinde rahatlaması amacıyla kurduğu sistem, Lombardiya devlerinin elinde bir futbol kültüne dönüşmüştü. Büyük mimarların kentindeki iki büyük mimarın elinde farklı tasarımlarıyla Catenaccio, 60’lar futbolu ve İtalyan Calcio’sundaki etkisini günümüzde de sürdürmektedir.

Rosseneri’nin (Milan) başına 1959’da geçen Nereo Rocco sistemin merkezine “altın çocuk” Gianni Rivera’yı yerleştirdi. Bu çelimsiz, zayıf ve kısa boylu çocuğun takımı yavaşlattığı ve hatta dönemin ünlü gazetecisi Gianni Brera’nın “Savaş döneminde fazla beslenemediği için böyle cılız kalmış” iddiaları bir kenarda dursun… Onun arkasına koyulan Rivera’nın üçüncü ciğeri Lodetti ve partneri Trapattoni’nin inanılmaz çabasıyla takım onun fiziksel defolarını kapatıyordu. Ayrıca takımın liberosu Cesare Maldini’nin takım sistemindeki rolü de düşünüldüğünde Rocco’nun Milan’ı bir önceki iki senenin şampiyonu Guttmansız Benfica’yı yenerek İtalyanları ilk Şampiyon Kulüpler Kupası’na kavuşturuyordu. Lombardiya’nın diğer yakasında da “catenaccio” farklı bir yorumuyla zirveye çıkacağı tarihi bekliyordu.

Nerazzuri lakabıyla menkul İnter, takımın başına Arjantinli Helenio Herrera’yı getirdiğinde, hoca hemen takımın merkezine eski öğrencisi ve Katalanların büyük oyun kurucusu Luis Suarez’i aldı. Ayrıca taktisyenliğinin yanında takımın her yaptığıyla da ilgilenmekten geri kalmıyordu. Oyuncuların uyku saatlerinden, beslenmelerine kadar inceliyordu. Oyun kurulumunun önemini bilen Herrera, “cattenacio”yu Suarez ve bir başka “fantisista” Sandro Mazzola üzerinden kurgulamıştı. Defansif olarak daha sert bir takım yaratan Herrera; Suarez ve Mazzola ortaklığının meyvelerini almakta gecikmedi. 63-64’te Real Madrid’i ve 64-65’te ise Benfica’yı geçerek bayrağı ezeli rakiplerinden devraldı. İki sene de kimseye bırakmadılar. Tam bir İtalyan işiydi…

Sandro Mazzola – Helenio Herrera
Meydan Okumalar

Savaşın yaralarını saran bir başka dev ise icat ettiğini geri almak istiyordu. 60’lar kesinlikle İngiliz futbolunun yeniden dirilmesinde önemli bir dönüm noktasıydı. Ada’nın sert çocukları eski hezeyanlarını bir kenara bırakıp oyunun değiştiğini kabul etme vakitlerinin geldiğine inanmışlardı. Bu değişimin odak noktasında bir İskoç vardı: Jock Stein. Celtic’in başına geçtiğinde ne var ne yoksa kazanan bir takım yaratmak üzere harekete geçen Stein, klasik İngiliz 4-4-2’sini Bobby Lennox, Jimmy Johnstone ve Billy McNeil gibi yıldızların etrafında şekillendirmişti. Celtic, Helenio Herrera’nın yıllar önce bir Şampiyon Kulüpler Kupası maçı öncesi  “Siz İngilizler bizim yıllar önce oynadığımız oyunu oynuyorsunuz; fizik gücü ve dayanıklılığa dayalı bir oyun…” sözlerini hatırlatırcasına Herrera’nın İnter’ini 66-67 finalinde yenerek Ada’nın ilk Avrupa Kupası’nı müzesine getiriyordu.

Adalılar rüştlerini ispat etmek için yarışa girmişlerdi. Daha 10 sene önce, yani 1958’de uçağı düşen ve takımının büyük çoğunluğunu kaybeden bir dev ise İngiliz sanayisinin merkezi Manchester’dan yükseliyordu. Busby Babes takma isimli takım Dünya şampiyonu Bobby Charlton ve Noby Stiles, sahaların ilk aykırı adamlarından George Best ve Brian Kidd gibi yıldızlarıyla Avrupa’nın bu en üst sahnesine adım adım yaklaşıyordu. Takımın başındaki Matt Busby, belki bugün İngiltere’de teknik direktöre hâlâ “Manager” denmesinin ardındaki isimdir. Takımı sadece antrene etmiyor, kulübün bütün işleyişiyle bizzat kendisi ilgileniyordu. Meyvelerini topladılar da… 1968’de Lanetli Benfica’yı yenerek İngiltere’ye ilk Avrupa şampiyonluğunu getirdiler. Bu çeşitlilik yerini bir dominasyona bırakmak üzereydi.

Manchester United – 1968 Şampiyon Kulüpler Kupası
Dominasyon

1968-69 sezonunda Şampiyon Kulüpler Kupası’nın sahibi Ajax’ı 4-1 yenen Milan olmuştu. Fakat bu galibiyetin bir dominasyonu başlatacağını düşünmek o günlerde imkânsızdı. Savaşın griliğini üzerinden atan ve renklenmeye başlayan Hollanda, futbolda çok iddialı değildi. Avusturyalı bir adam ve ardından Amsterdamlı iki dâhinin başardıklarına kadar… Kolektif yaşam ve şartlara uyum sağlamak şüphesiz her Hollandalı için bir rutin olsa gerek. Çünkü ülkenin bulunduğu koşullar ve coğrafya kesin bir düzen yaratma yetisini Hollandalılara kazandırmış görünüyor.

Pragmatizm ve akılcılığın damarlarda kol gezdiği ülkede Avusturyalı Ernst Happel, 1969’da Feyenoord’un başına geldiğinde Alman disiplini ve Hollanda pragmatizmi birleşmişti. Hiç kuşkusuz bu uyumun temelinde takımın saha kenarındaki hocasının yanı sıra saha içindeki teknik direktör olan Van Hanegem’in varlığı da oldukça etkiliydi. Ardından 1969-1970 sezonunda Celtic’i yenerek büyük mimarların ülkesi yine şartlara uyum sağlayarak kupayı kazanmıştı. Alanların kullanımı ve paylaşımı, felsefesinin temelini oluşturmaktaydı. Hatta bunun için “Adam markajı sahada 11 eşeğin durmasına neden olur; bu yüzden alanı savunmalıyız” sözleriyle bir Hollanda takımı için ne kadar uyumlu olduğunu göstermişti. Fakat asıl mimar bir başka şehirden, Amsterdam’dan gelecekti.

Rinus Michels 1965 yılında başına geçtiğinde Ajax, futbol kulübünden ziyade bir mahalle takımı hüviyetindeydi. Tesisler yeterli değil, saha elverişli değil ve oynanan futbol demode bir yapıdaydı. Kulübün masörü yıllardır istemesine rağmen bir masaj sehpası bile alınmamıştı. Yani Michels’in çok işi vardı. Ayrıca futbolun profesyonel bir iş olarak kabul edilmemesi de oyuncuların konsantre olmasındaki büyük engellerden biriydi. Sadece futbolu değiştirmesi yeterli olmayacaktı. Bir zihniyet değişimi yaşanması gerekiyordu. Neyse ki 1960’lar Dünya tarihinde büyük değişimlerin yaşandığı bir dönemdi. Dolayısıyla Ajax, özellikle Hollanda için bu değişimlerin merkezinde yer alan önemli bir fenomendir. Dönem Rock’n Roll ve Beatles dönemiydi. Oynanan futbol da buna göre bir ışıltı taşımak zorundaydı. Her rock solistinin muhakkak bir star ışığına sahip olması gerekirdi. Spot ışığının altında ise uzun, sallanan saçları, altın kolyesi ve tüm umursamazlığıyla Johan Cruyff bulunuyordu.

Rinus Michels
Yeni “Alan”lar

Alan diyordu Rinus Michels… Alanı savunmak futbolun temel prensibi olmalıydı. Çok koşan takımlar erken yorulurdu ve dolayısıyla topa hükmetmek zorlaşırdı. “Beyindeki oksijen seviyesini maksimumda tutmak zorundasınız” diyordu Michels. Mevkisiz bir futbol oynuyordu sanki Ajax. Kademeler art arda birbirini takip ediyor, takımın her oyuncusu boşalan alanı kapatıyordu. Dolayısıyla sanki 20 kişilikmiş gibi bir izlenim yaratıyorlardı. Sistemin adı da kendinden menkuldü: “Total Futbol”. Ne kadar da Hollandalı bir isim! Vasovic, Hulshoff, Surbieer gibi savunmacılar; Mühren ve Cruyff gibi orta sahalar ve Pit Keizer gibi bir hücumcuyla 70-71’de Panathinakios’u yenerek zirveye çıkmışlardı. Michels’in ayrılığının ardından takımın başına Stefan Kovacs geçmişti. Fakat bu Ajax için yalnızca küçük bir değişimdi. Kovacs oyunun akışkanlığını daha da ileri götürüyordu. Takım, 71-72’de İnter’i, 72-73’te de Juventus’u yenerek bir daha zirveye çıkıyorlardı. Rock’n Roll en ışıltılı zamanlarını yaşamıştı.

1973’te Cruyff, hocası ve yakın arkadaşı Neeskens’in ardından Barcelona’nın yolunu tuttu. “Total Futbol”u oraya taşıdılar. Ajax iç çekişmelerin esiri olmuş ve imparatorluk dağılmıştı. Fakat yeni imparator tahta çıkmak üzere Münih’ten geliyordu. Uzun yıllar en yakın rakibi 1860 Münih’in gölgesinde kalan Bayern Münih 60’ların sonunda, yani Ajax ile hemen hemen aynı tarihlerde kendini Bundesliga’da hissettirmeye başlamıştı.

Johan Cruyff
Yükselen Alman Teknolojisi

Fakat Almanya onlara dar gelmeye başladığında artık kıtaya açılmanın zamanı gelmişti. Üstün Alman teknolojisinin muazzam harikalarıyla dolu bir takım oluşturuldu. Takımın başında Uddo Latek gibi büyük bir hoca vardı. Zaten Kaizer’i ancak Lattek gibi bir hoca idare edebilirdi. İlk olarak 66 Dünya Kupası’nda bir orta saha oyuncusu olarak rüştünü ortaya koyan Franz Beckenbauer, Bayern’in beyni, kalbi, ciğeri, böbreği; yani kısaca her şeyiydi. Asıl pozisyonu liberoya çekildikten sonra her şeyi kazanan takım ortaya çıkmıştı.

Kaizer, daha önce “10 Numara” mevkisini tanımlayan Macar efsane Hidekguti’nin yaptığı gibi libero mevkisinin standartlarını belirlemişti. Onunla karşılaşan birçok rakibi formayla değil de smokinle oynuyormuş izlenimini edindiklerini defalarca belirtmişlerdi. Kaizer’in rol arkadaşı ve gol makinesi Gerd Müller’le birlikte Bayern Münih; 1973-74’te Atletico Madrid’i, 74-75’te Leeds’i ve son olarak 75-76’da da Saint Etienne’i yenerek Almanya’nın ilk Avrupa şampiyonu olarak sahnede yerini alıyordu.

Bayern Münih – 1976 Şampiyon Kulüpler Kupası
Fenomen

Bir Alman hâkimiyetinin sonunu getirmek şüphesiz İngilizlerin en sevdiği şey olsa gerek. Bunu Şampiyon Kulüpler Kupası’nda başaran ise Manchester’ın rakibi ve gerçek bir Rock’n Roll kenti olan Liverpool olmuştu. Lokal olarak her zaman büyük bir kulüp olan Liverpool, Shankley göreve gelene kadar Avrupa kupalarından uzak bir görüntü çizmişti. Fakat bir vizyoner olan Bill Shankley, takımın bütün yapısını değiştirmişti. Kendisine atfedilen şekliyle “Futbol bir hayat memat meselesi değildir beyler. Sizi temin ederim bundan çok daha fazlasıdır.” diyerek oyuna bakışını ciddi olarak ortaya koymuş ve Liverpool’a en büyük mirasını bırakmıştır: Bob Paisley.

Shankley’nin ani istifasından sonra göreve gelen Paisley, sadece Liverpool’u dönüştürmekle kalmamış ayrıca İngiliz futbolunda bir devrime de imza atmıştır. O güne kadar fiziksel oyuna dayalı İngiliz futbol felsefesine aslında yıllar önce kıtada oynanan pas oyununu da eklemiş ve yenilmesi güç bir takım ortaya çıkarmıştır. Kevin Keagan, Kenny Dalglish, Greame Souness, Steve Highway gibi oyuncularla bezeli kadrosuyla Avrupa’nın zirvesine 2 yıl üst üste çıktılar. Paisley; 76-77’de Borussia Mönchengladbach’ı, hemen bir sonraki sene de Brugge’ü yenerek Dünya futboluna Liverpool fenomenini sunmuştur. Ayrıca bu fenomen de yine bir başka İngiliz, Brian Clough’un Nottingham Forest’ı tarafından devralınmıştır. Derby’nin başında inanılmaz başarılara imza atan Clough ve yardımcısı Taylor, bir dizi başarısız denemeden sonra başına geçtikleri Nottingham Forest’la 78-79’da, Malmö ile 79-80’de Hamburg’u 1-0’lık skorlarla geçerek İngiliz çağına bir imza da kendileri koymuştur.

Liverpool – 1978 Şampiyon Kulüpler Kupası
Karnaval

1970’lerin ağır dominasyonları 80’lerde yerini çok sesliliğe bırakmıştı. Futbolun globalleşmesi ve Avrupa’nın sınırlarını kaldırma konusundaki iştahı Şampiyon Kulüpler Kupası’na da yansımış ve işin içine TV’nin de girmesiyle birlikte şampiyona adeta bir karnaval havasına bürünmüştü. Artık her takımda büyük yıldızları izlemeye başlanılan dönemde taktiklerin çeşitliliği, bilimsellik ve Dünyanın farklı yönlere geçirdiği evrim, yapının daha belirginleşmesine sahne olmuştu. 80-81 finalinde ise adeta eski Dünyanın antik bir kahramanı olan Real Madrid, bir kez daha en tepeye çıkan Liverpool’a mağlup oluyordu. Büyüyen ekonomisine paralel olarak İngiltere takımları, 70’lerin sonunda aldıkları bayrağı bırakmamaktaki inatçı tavırlarını sürdürüyorlardı.

Bu tavrı devam ettiren Ada’nın bir başka kulübü Aston Villa olmuştu. Mazisinde birçok şampiyonluk bulunan Villa, Avrupa’nın bir numarası apoletini de takarak kupayı Ada’da tutmakta kararlı olduğunu gösteriyordu. Kaldı ki tarih boyunca olan olmuştu ve sonraki sene bir Alman takımı 6 sene süren İngiliz hâkimiyetine son vermişti. Ernst Happel yönetimindeki Hamburg, Trapattoni’nin Juventus’unu 82-83 finalinde 1-0 geçerek İtalyanların açlığını daha da büyütüyordu.

Tahtı geri almak isteyen Liverpool, 80’lerin başından itibaren en iyi dönemlerini yaşan Nils Liedholm yönetimindeki Roma’nın karşısına, Roma Olimpiyat Stadyumu’na çıkıyordu. Di Bartolomei, Pruzzo, Conti ve Falcao gibi yıldızlarıyla Roma her şeyiyle büyük finale hazır gibi görünüyordu. Rocco’nun öğrencisi Liedholm, Milan’dan sonra göreve geldiği Roma’da hocasının ayak izlerini takip etmişti. Ve de takımını finale çıkarmıştı. Futbol otoriteleri sonuçtan emin olsalar da tecrübe galip gelmişti. Roma, Liverpool’a finali kaybetmişti. Bu, Roma’nın son “Kupa 1” finali olarak da tarihe geçmişti. Ama Liverpool’un yolculuğu devam etmişti.

Renkli Dünya

84-85 sezonunda finalde karşısında yine bir İtalyan’ı bulan Liverpool ve Şampiyon Kulüpler Kupası tarihi için bir dönüm noktası olan bu maçta Heysel Stadyumu’nda çıkan olaylar sebebiyle oluşan arbedede 39 kişi yaşamını yitirmişti ve bu olay futbolda yeni bir dönemin fitilini ateşlemişti. Statlardaki güvenlik önlemleri tekrar gözden geçirilerek standartlar oluşturulmuştu. Juventus finali kazanarak ilk şampiyonluğuna ulaşmıştı. Fakat bu final, Başbakan Margaret Thatcher’in kararıyla İngiliz takımlarının 5 yıl Avrupa kupalarından çekilmesine de sebep olmuştu.

80’ler ayrıca kupa tarihinde renklerin en bol olduğu dönemlerden biri olarak da karşımıza çıkmıştı. Belodedici’li, Lacatus’lu Steua’nın; Madjer’li Porto’nun ve bir başka Hollanda devi PSV Eindhoven’ın lanetli Benfica’dan kupayı aldığı bir dönemdi. Futbol birkaç yıl sonraki değişime kadar böyle renkli kalmaya devam edecekti…

Exit mobile version