Site icon Victory Dergi

Ortak Kültür: Şampiyonlar Ligi – Bölüm 2

Yirminci yüzyılın son 10 yılı, Dünya tarihindeki enteresan dönüşümlerin de gerçekleştiği önemli bir zaman dilimidir. Sovyetler’in dağılması ve Soğuk Savaşın bitmesi, Almanya’nın birleşmesi ve Dünyanın globalizasyonu için atılan adımlar, bu dönemi Dünya tarihinde müstesna bir yere oturtur. Tabii sadece siyasal ve toplumsal düzlemin ötesinde futbol da bu globalizasyondan nasibini almıştır. Televizyon her eve girmiş ve futbolun ulaşılabilirliği artmıştı. Bu durum futbolun bütün Avrupa’yı ve dolayısıyla bütün Dünyayı etkisi altına alması anlamına geliyordu. En üst sahne olarak Şampiyon Kulüpler Kupası, şanına yakışır maçlara ev sahipliği yapıyordu. Fakat artan gelir kalemleri ve oyuncu ücretlerinin artması sahnenin değişmesi gerektiğini gösteriyordu.

Değişim

Bu süreçte 90’lı yılların ilk mega takımlarından biri olma hüviyetini tanıdık bir yüz, Milan üstlenmişti. Sansasyonel bir başkan, sansasyonel bir teknik direktör ve sansasyonel bir Hollandalı 3’lüye sahip İtalyan devi, 90 finalinde lanetini yenemeyen Benfica’yı dize getiriyordu. Rijkaard, Gullit ve Van Basten’den oluşan Milan triosu, oda konseri tadındaki maçta rakibini ekarte ediyordu. Sacchi, Milan’ı bir makine olarak tanımlıyordu. Dişlileri iyi çalışan ve hızlı oyunu benimseyen bir silindir gibilerdi. Bunun sonucunu almakta da pek mahir görünmüşlerdi.

91’deki Kızılyıldız şampiyonluğu ise ayrı bir hikâyeydi. Savicevicli, Prosineckili, Belodedici’li, Mihajlovicli Kızılyıldız, Balkan topraklarından çıkan ikinci şampiyon olarak ışıldıyordu. Ama bu, yaklaşan savaştan önce Yugoslavya toplumunun yaşadığı son sevinçlerden biri olarak tarihteki yerini alıyordu.

Şampiyonlar Ligi
Kızılyıldız – 1991 Şampiyon Kulüpler Kupası
Katalanların Yükselişi

Bu yazının birinci bölümünde Cruyff’un, Michels ve Neeskens’in ardından Katalan topraklarına olan yolculuğundan bahsetmiştim. Bu yolculuk o kadar etkiliydi ki “Total Futbol” artık Barcelona’nın genlerindeki yerini almıştı. Futbol tarihi boyunca hep pasa dayalı olan İspanyol oyun tarzı, kendine doğru bir metot bulamadığı için milli takımlar düzeyinde turnuvalarda pek varlık gösteremiyordu. Kulüp bazında ise uluslararası boşluğu Real Madrid dolduruyordu. Bu anlamda ezeli rakip Barcelona hep arkadan takip etmek zorunda kalıyordu.

Tam bu süreçte futbolu bırakan ve ardından teknik direktörlüğe başlayan Cruyff, önce 1985’te Ajax’ın başında bir Kupa Galipleri Kupası kazanıyordu. Sonrasında ikinci evim dediği Barcelona’nın teklifini geri çevirmiyordu. Bugün bildiğimiz Barcelona’nın temellerini atmak için Gaudi’nin şehrine geliyordu. Aslında Barcelona yapısıyla La Sagrade Familia arasında oldukça benzerlik vardır. Gaudi eserini tamamlayamadan ölmüş ve yapı artık onun planları üstüne devam eder olmuştu. Bir başka deyişle, Michels’in bıraktığı yapıyı tamamlamak da çırağı Cruyff’a düşmüştü.

Oyunun merkezine altyapıda çok sıska olduğu için genelde yedek bırakılan Guardiola’yı, liberoya sert Hollandalı Ronald Koeman’ı ve ileriye de el Pistolero Stoichkov’u koyarak yarattığı takımı Cruyff, “İspanya’da herkes tek santrforla oynuyordu. O yüzden 3’lü savunmayı tercih ettim, önlerine Pep’i koydum ve bir orta saha baklavası yarattım. İleride de Salinas ve Stoichkov kaldı” diye özetliyordu. Akışkan ve doğru alan paylaşımına dayalı oyunuyla bir kez daha finale çıkıyordu Barça. Geçen sezonu İtalya şampiyonu olarak tamamlayan Boskov’un Sampdoria’sını uzatmalarda Koeman’ın attığı golle 1-0 yenerek tarihinin ilk Kupa 1’ini kazanıyordu.

Barcelona – 1992 Şampiyon Kulüpler Kupası
Milenyuma Yolculuk

92 yılına gelindiğinde yayın hakları konusu bir kez daha gündeme geldi. Artık mızrak çuvala sığmıyordu. Eleminasyon sistemi içerisinde büyük takımlar ilk turlarda veda edebiliyorlardı. Bu da UEFA’yı yeni bir formata, yani grup sistemine yöneltti. Turnuvanın artık yeni bir adı da vardı: Şampiyonlar Ligi. İyice kurumsallaşan turnuva, bugün hepimizin tüylerini diken diken eden marşına da bu dönemde kavuşmuştur. Yenilenen Dünyada en nihayetinde her şey yenilenmeliydi! Futbolun kaçınılmaz olarak endüstrileşen Dünya içerisinde zorunlu bir hamle olarak ön plana çıksa da bazı küçük takımların hiç grup aşamasına gelemeyecek olmasının sanırım tek bir açıklaması var: Büyük balık, küçük balığı yer! Yeni formatta oynanan ilk sezonda bir Fransız takımı ilk kez şampiyonluğa ulaşıyordu. Milan’ı finalde 1-0 yenen Marsilya, hâlâ kupayı alan tek Fransız takımıdır.

1994 finali Barcelona’ya yenilenmesi gerektiğini hatırlattı. Sacchi’nin ardından takımı devralan Fabio Capello yönetimindeki Milan; Savicevic’li, Donadoni’li, Paolo Maldini’li, Desailly’li kadrosuyla muhteşem bir maçın ardından 4-0 kazanıyordu. Bu galibiyet, Cruyff ile Barcelona’nın yollarının ayrılmasına neden oluyordu. Hemen bir sene sonrasında ise gençleriyle yeniden yükselen bir Ajax ortaya çıkıyordu. Bu sefer geçen senenin şampiyonu Milan’ı 1-0 yenerek dördüncü kez mutlu sona ulaşıyordu. Fakat değişen Dünya şartları ve futbolda Bosman kuralları Ajax’ı vuracaktı. Bu muhteşem takımı koruyamayan Ajax, 2018’deki yarı finaline kadar buralarda görülmeyecekti.

90’lar harika bir dönem diye belirtmiştim. Bu dönemin şanına yakışan kapanışı Manchester United ile Bayern Münih, Nou Camp’ta yaptılar. Sir Alex Ferguson’un takımın başına geçtiği 1986’dan sonra üstüne koyarak ilerliyordu Manchester United. Bugün 92 Sınıfı olarak adlandırılan Scholes, Giggs, Beckham, Neville kardeşler ve Solskjaer, Schmeichel, Keane, Yorke ve Cole gibi aldığı futbolcularla korkutucu bir takım hüviyetindeydi. Ayrıca 68’den beri bu kupada yokları oynuyorlardı. Maçın başında Basler’le öne geçen her devrin yüzü Bayern Münih, maçın sonuna kadar üstünlüğünü korusa da Fergie Time’da iki gol bulan ManU, 20’nci yüzyılın son şampiyonu olarak milenyumu selamlıyordu.

Manchester United – 1999 Şampiyonlar Ligi
Modernizm

Milenyumun ilk finali, açılacak yeni dönemin şifrelerini sunuyordu. Şampiyona tarihinde ilk defa aynı ülkenin iki takımı karşılaşıyordu. Hector Cuper yönetimindeki Valencia ile Del Bosque’nin Real Madrid’ini buluşturan final, olağan şüphelinin zaferiyle sonuçlanıyordu. Sonraki sene bu sefer Bayern’le karşılaşan Valencia tekrar kaybediyordu.

21’inci yüzyıl turnuvanın yeni fenomenlerini cömertçe karşılamaktan hiç çekinmiyordu. Bu fenomen ise Portekiz’den yükseliyordu: Jose Mourinho. Barcelona’da Bobby Robson’ın tercümanı olarak başladığı macerasına teknik adam olarak devam eden Special Man, Porto’nun başına geçtiğinde Deco, Carvalho, Ferrera gibi oyunculardan oluşturuyordu kadrosunu. Bu kadro ile önce UEFA Kupası’nda zafere yürüyen Mou, sıranın kendisine geldiğinden emin bir şekilde Şampiyonlar Ligi macerasına başladı. Yenilmez gibi görünüyorlardı. Nihayetinde, son 16 turu maçında Sir Alex’in ManU’sunu elemeleri onları doğal favori konumuna getiriyordu. Şampiyonluk şansları sorulduğunda “Normal şartlar altında Porto şampiyon olacaktır; anormal şartlar altında Porto yine şampiyon olacaktır” diyordu ve öyle de oldu. Mourinho’nun Porto’su, finalde Monaco’yu yenerek şampiyon oldu. Bu, yeni futbol fenomeninin doğuşu demekti.

2000’lere damga vuran olaysa İstanbul’da cereyan etti. Kupa 1’in gediklisi iki takım, Milan ve Liverpool 2005’te inanılmaz bir mücadelenin merkezinde yer aldılar. Ancelotti’nin başında olduğu Milan; Kaka, Crespo, Shevchenko, her devrin devi Maldini ve Stamlı kadrosuyla; taktiksel dehâ Rafa Benitez’in başında olduğu Liverpool ise Carragher, Gerrard ve Xabi Alonso gibi oyunculardan kurulu kadrosuyla Atatürk Olimpiyat Stadı’na çıktılar. Gerisi tarih oldu. İlk yarı net bir Milan üstünlüğüyle 3-0 bitti. Devre arasında Liverpool taraftarı ikonik You’ll Never Walk Alone şarkısını söylemeye başladığında olacakların kıvılcımı yakılıyordu. Liverpool ikinci yarı 3-3’ü buldu. Maç penaltılara gitti ve Liverpool şampiyon oldu. Tam milenyumun azametine yakışan bu final, Şampiyonlar Ligi’nin ne demek olduğunu da herkese hatırlatıyordu.

Liverpool – 2005 Şampiyonlar Ligi
Postmodernizm

Kelime anlamı olarak modernite sonrasını ifade eden bir kavram olarak postmodernizm, futbol için de çok uygun bir kavramdır. Çünkü modern kavramların, fizik kanunlarının ve yaratılmış tüm futbol efsanesinin üstüne çıkan iki isim 2010’lu yıllarda futbolu domine ettiler. Bayanlar ve baylar; karşınızda Lionel Messi ve Cristiano Ronaldo!

Barcelona kariyerine 2004-2005 sezonunda başlayan Messi, Rijkaard döneminde süre almaya başladı. 2008’de Pep Guardiola’nın gelmesiyle takımın esas oğlanı oldu. Yaratılan Barcelona fenomeni kadar bu fenomeni yaratan Pep de Şampiyonlar Ligi’nin çoktan simgesi olmuş durumda. Futbol felsefesini iki kişiye borçlu olduğunu belirtiyor Guardiola: Cruyff ve Bielsa. Alanı savunma konusunda Cruyff’un prensiplerine sıkı sıkıya bağlı, futbolun hızı konusunda ise Bielsa’nın müritlerinden biri olduğunu söylemek mümkün. Pres yapmak, topa hükmetmek, kaybedilen topu 6 saniyede kazanmak gibi temelleri üzerine oturttuğu futbola bugün sahte bek gibi bir kavramı da kazandırmıştır. Pep ve Messi’nin zirvesi ise şüphesiz 2009 yılında Roma Olimpiyat Stadı’nda oynanan Manchester United finalidir. Karşılaşmayla alakalı daha sonra konuşan efsanevi menajer Sir Alex Ferguson, “Sadece oynadılar ve biz de onlara eşlik ettik” diyecekti. Ardından 2011’de tekrar karşılaştıkları Manchester United’ı yine yendiler. Xavi, İniesta, Messi, Puyol, Busquest gibi isimler Guardiola’nın yönetimi altında ışıldıyorlardı.

Işıltılı anların bazen kaybedeni de oluyordu Barcelona. Bunu da yapan bir diğer olağan şüpheli Mourinho’nun İnter’i idi. Yarı finalde toplamda 3-2’lik skorla Barça’yı geçen İnter, bu maçtan sonra bir kavramı futbola kazandırıyordu: Otobüs çekmek! Barcelona’yı elemekle kalmayan İnter, finalde Bayern’i de yenip kupayı müzesine götürmüştü.

Eğer bir Şampiyonlar Ligi dosyası yapıyorsanız içine kesinlikle almanız gereken bir fenomen de yazının çeşitli yerlerinde defaatle belirtildiği gibi Bayern Münih’tir. 2012 yılında kendi evlerinde Drogba’nın kafasıyla penaltılara giden maçı Chelsea’ye penaltılarda kaybeden Bayern, bir sene sonra Klopp’un Dortmund’unu yenerek kupayı aldı. Tam bir Bayern işi!

Postmodern dönemin en önemli iki figürü: Cristiano Ronaldo ve Lionel Messi
Modern Zamanlar Gösterisi

2002’deki son şampiyonluğundan sonra tahtını başkalarına kaptıran Şampiyonlar Ligi’nin efendisi Real Madrid, 2013-2014’te ezeli rakibi Atletico’yu yenerek kupaya ulaştı. Ardından bir sene Barcelona’ya kaptırdıkları unvanlarını efsane oyuncuları Zinedine Zidane yönetiminde 3 sene üst üste kazandılar. Aslında büyük umutlarla başlamayan Zidane’ın Real kariyeri, elindeki kadroyu etkin kullanan pragmatik bir hocaya dönüşmesi ve en önemlisi Cristiano önderliğindeki takımıyla inanılmaz bir modern zamanlar gösterisine sahne oldu. Zidane’ın sistemi, merkezinde Casemiro, Modric ve Kroos’un oluşturduğu orta sahanın topu hızlı çevirmesiyle şok hücum planlarına dayanıyordu. İlerideki servisçi santrfor Karim Benzema ve Ronaldo ortaklığı ile kariyerine sağ bek olarak başlayıp bir savunma liderine dönüşen Sergio Ramos’un ileri çıkışları da Real’i tanımlayan imza anlardı. Atletico’dan sonra sırasıyla Juventus ve Liverpool’u geçen Real Madrid, şanına yakışanı yapıyordu. Ne de olsa buranın kralı onlardı.

Real Madrid sonrası, inanılmaz bir Barcelona geri dönüşü sonrasında finale adını yazdıran olağan şüphelilerden Klopp yönetimindeki Liverpool, bir başka mucizevi geri dönüşe imza atarak ilk finaline çıkan Tottenham ile karşılaşıyordu. Yine tecrübesini konuşturan Liverpool, Spurs’u eli boş gönderiyordu. Geçen sene ise hepimiz Bayern’in Hanse Flick önderliğindeki muazzam yürüyüşüne şahit olduk. Şimdi sırada iki büyük futbol düşünürünün takımı Pep Guardiola’nın Manchester City’si ile geçen sene PSG’nin başında finali kaybeden Tomas Tuchel’in Chelsea’sinin karşılaşması var. Sizi bilmem ama ben dört gözle bekliyorum. Çünkü burada anlatmaya çalıştığım şekliyle Şampiyonlar Ligi bir birleştiricidir. Koca kıtanın ve dünyanın en önemli organizasyonlarından biridir.

Son 10 yıllık periyotta Şampiyonlar Ligi tarihine damga vuran isim: Zinedine Zidane
Bir Kıtanın Birleştirici Unsuru

2021’in 18 Nisan’ında bu birleştiriciliğin artık sona ermesi gerektiğini ve daha çok para nedeniyle bir büyük kapalı lig kararını açıklayan 12 kulüp, kurdukları bu organizasyonun adına da Avrupa Süper Ligi adını verdiklerini açıkladılar. Futbolun globalizasyonu ve artan gelir kalemlerinden daha fazla yararlanmak isteyen bu kulüpler, küçük takımlarla Şampiyonlar Ligi gelirlerini paylaşmakta biraz cimri görünüyorlar. Çünkü asıl eğlenceyi yaratanların kendileri olduğunu ve diğer küçüklerin bu pastanın dışında tutulması gerektiğinin altını önemle çizdiler. Lakin, Şampiyonlar Ligi’nde hali hazırdaki birkaç sezonda artık 5 büyük lig takımları haricindeki takımlar pek ilerleme şansına sahip değil. Dolayısıyla küçük takımların eskiden olduğu gibi ilerlemesi ekonomik anlamından ziyade sportif açıdan da çok zor görünüyor.

Bunun sebebi ise çok net; büyük kulüplerin gelirlerinin ucu bucağı yok. Haliyle bu durum kesin bir eşitsizlik yaratıyor. Yazının ilk bölümünün başında vurguladığım noktaya geri dönmem gerekirse; Şampiyonlar Ligi bir kıtanın birleştirici unsurudur. Eğer ortada Şampiyonlar Ligi kalmazsa yerel rekabetin de bir anlamı kalmayacaktır. Yaşasın futbol!

 

Exit mobile version