Site icon Victory Dergi

Körfez Sermayesi: Para, Para, Para – Bölüm 1

1982 yılında İspanya’da düzenlenen Dünya Kupası grubunda oynanan Fransa-Kuveyt maçı, Fransa’nın 3-1 üstünlüğüyle devam ederken muhtemelen tribünlerden çalınan bir düdük sesiyle Kuveytli oyuncular oyunu durdurdu. Fakat sesin hakemden gelmediğini bilen Alain Giresse topu sürmeye devam ederek takımının dördüncü golünü attı. Gol, nizamiydi. Ama, tribünlerde bir kişi bu durumun haksızlık olduğunu düşünüyordu. Sinirli bir şekilde yerinden kalktı ve şeref tribününden söylene söylene sahaya inmeye başladı. Tüm oyuncular durmuş ne yapacağı kestirilemeyen Kuveyt Emiri Şeyh Fahid’i izliyorlardı. Geleneksel cübbesi ve sarığıyla o güne kadar futbol sahalarında alışık olunmayan bir tip olan Fahid, sahada alınan yoğun güvenlik önlemleri altında sahaya inerek maçın Sovyet hakemi Miroslav Stupar’ın yanına kadar geldi. Bu durumun çözülmesi gerekiyordu. Ülkesinin uğradığı bu haksızlığı çözebilecek kudret oyunun kurallarında değil, kendi otoritesindeydi. Uzun tartışmalar ve Fransız oyuncuların itirazlarına rağmen hakem Stupar, üst düzey bir devlet görevlisinden gelen ihtarlardan etkilenerek oyunun durduğu noktadan hava atışına karar verdi. Fransa’nın golü geçersizdi.

1982 Dünya Kupası’nda oynanan Fransa-Kuveyt maçında Fransa’nın 4’üncü golünün iptal edilmesi sonrası dönemin Fransa Teknik Direktörü Michel Hidalgo’nun itirazı

Fransa, Maxime Bossis’in 89’uncu dakikada attığı golle maçı 4-1 kazandı. Ancak, yaşanan bu olay Dünya Kupası tarihinin en anlamsız olaylarından biri olarak tarihe geçerken bugün dünya futbolunu domine etmek isteyen körfez sermayesinin ve Arap çılgınlığının arka planı olarak da bu yaşananlar dayanak olarak gösterilebilir. Madem kendi takımları çok etkisizdi o zaman onlar da ellerindeki en değerli şeyden kazandıkları “küçük” sayılabilecek meblağları futbola harcayacaklardı. Nitekim Napolyon unutulmaz “savaşların kazanılması için üç şey gereklidir: para para ve para” sözünü söylerken hiç yanılmıyordu. Her kapıyı bir şekilde açan bu kağıt parçası bugün hepimizin tartıştığı olguyu ortaya çıkardı: Futbola giren körfez sermayesi işleri nereye getiriyordu? Haydi sevgili okuyan, kemerlerinizi bağlayın yolumuz uzun. Ancak, bu yol biraz pahalı olacak!

Kökler

Futbol, hepimizin bildiği üzere işçi sınıfının bir oyunu olarak oynanmaya başladı. Fabrika, liman ve tekstil işçileri gibi gruplar hafta sonu eğlencesi olarak gördükleri futbola ve oynamak için kurdukları takımlara yürekten bağlanmaya başlamışlardı. Sanayi Devrimi sonrasında İngiltere toplum yaşantısının önde gelen eğlencesi haline gelen futbol artık adaya sığmıyor ve dünyayı kasıp kavurmak için; Almanya, İtalya, Arjantin, Hollanda gibi Avrupa ve Güney Amerika’nın önde gelen ülkelerine yine İngilizlerin elleriyle taşınıyordu. Aslında, o dönemlerde paraya endeksli olmayan bu oyun kitlelerin büyümesi ve rekabetin artmasıyla birlikte küresel bir hale bürünmüştü. 1930’da FIFA’nın ortaya koyduğu Dünya Kupası fikriyle hayata geçirdiği uluslararası şampiyonalar ve daha sonra 1955-56 sezonunda başlayan Şampiyon Kulüpler Kupası gibi organizasyonlar oyununun Avrupa’da popülerliğinin zirvesine taşımıştı. Tabii ki her şey güllük gülistanlık olmamıştı bu süreçte. Takımlar küresel anlamda gösterdikleri güçlerini pekiştirmek için transfere ihtiyaç duyuyorlardı. O zamana kadar daha çok altyapı ürünü olan ya da ülkelerinin içinden transfer yapan kulüpler artık Di Stefano, Luis Suarez, George Best daha sonraki dönemde Trevor Francis -kendisi ilk milyonluk oyuncudur- Michel Platini, Boniek, Marco Van Basten, Lothar Mattheus, Alan Hansen gibi yıldızları kendi zamanlarına göre yüksek bedeller ödeyerek takımlarına katmışlardı. Tüm bunlar birer done olarak kenarda durabilir. Sözü getirilmesini istediğimiz yer ise; İtalyan, İspanyol, Alman ve Hollanda kulüpleri ya dernek statüsünde ya da özel şartlı sahiplik statüsünde spor hayatlarına devam etmişlerdir. Bu da kökleşmiş yapıları ortaya çıkarırken daha iyi yönetilen bir sistemin içerisinde de başarı gelmiştir.

Doğu’nun Gücü

Agnelli ailesi, Berlusconi ve Moratti ailesi gibi önemli aileler İtalya’da; Santiago Bernebau, Juan Laporta ve Florentino Perez gibi başkanlar İspanya’da; Uli Hoenes ve Rudi Völler gibi futbolun içinden gelen başkanlar da Alman futbolunda sarsılmaz yapılar oluşturdular. 90’ların başında Şampiyonlar Ligi’nin kurulması, yayın gelirlerinin yükselmesi, forma satışları ve yeni pazarlama teknikleri sayesinde futbol artık işçi sınıfının bir oyunu olmaktan çıkıp; tamamen küresel sermayenin bir parçası haline gelmişti. Dünya değişiyordu ve artık oyunun aktörleri de değişmeliydi. Eskiden Real Madrid ve bazı İngiliz kulüpleri dışında transfer piyasası makul seviyelerde ilerlerken İngiltere’de, 1990 yılında kurulan Premier League’in günümüzde yarattığı değer artık işlerin farklı noktaya doğru evrileceğinin de işaretini sonunda ortaya koyuyordu. Futbol piyasasına giren para ve dönen ekonomi aslında çok basit bir şeyi ortaya çıkardı; parayı veren düdüğü çalar. Peki bu parayı kim verecekti? İşte orada filmi biraz başa sarmak zorundayız. Sporun ve özellikle futbolun karmaşık yapısı bütün dünyanın ilgisini çekerken, yine 19’uncu yüzyılın sonundan 20’nci yüzyılın başına kadar siyasi birliğini ya da birleşememesini sağlayan önemli bir güç doğudan yükselmişti: Araplar! Aslında 11’inci yüzyıldan beri kullanılan bir fosil kaynak olan petrol, kömürün terkedilmesi ve bir araba yakıtı olarak tescil edilmesinden sonra Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt, Bahreyn ve Irak gibi Arap ülkelerini ihya etmişti. Çölün insanları, Batı’ya bu siyah altını ihraç ederken cepleri de inanılmaz bir zenginlikle dolup taşmıştı. Savaş aletlerinin yürümesi, yakıt üretimi, kimyada kullanılımı ve daha birçok ayrı özelliğiyle petrol, o zamana kadar uygar dünyanın bir sömürge olarak gördüğü Arap toplumunun kurtuluşu olarak ön plana çıkmıştı. Değinilmesi gereken bir diğer nokta da Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin petrolün yanında din turizmi ve serbest bölge turizmi gibi diğer etkinliklerden de hatırı sayılır paralar kazandıkları konumuzun içeriği için önemli noktalardır.

Cevapsız Sorular

Yazıya başlarken anlattığımız hikayenin görünür tarafından ziyade irdelenmesi gereken daha derin bir tarafını da es geçmeyelim. Mısır, Tunus ve diğer birkaç Arap ülkesi hariç diğer devletlerin yönetim şeklinin monarşi ya da Arap dilindeki anlamıyla Emirlik olduğunu belirtelim. Kurulan monarşik yapılar ve tüm bu servetin tek bir ailede toplanması elbette bir harcama serbestliğine de yol açmıştır. Futbola da kayıtsız kalamayan Arap toplumu oyuna yürekten bağlanmıştır. Fakat, Dünya kupalarına katılsalar da oynadıkları oyunlar hiç bir zaman tatmin edici olmamıştı. Avrupa’da emeklilik yaşı gelmiş ya da paraya ihtiyacı olan genellikle Güney Amerikalı oyuncuları takımlarına transfer ederek kulüp futbolunu ülkeleri özelinde popüler hale getirmeye çalışıyorlardı. Fakat ellerindeki para miktarı o kadar çoktu ki bu yapılanlar onları tatmin etmiyordu. Neden batı onların elindeki bir sıvıya bu kadar çok para akıtırken onlar da kendilerini batılı gibi hissedemiyorladı ki? Neden o uygar dünyanın dışında gibi görülüyorlardı? Batı onların sayesinde arabalarına benzin koyarken, futbolu da kendi tekellerine almışlardı? Belki de bu soruları kendilerine hiç sormadılar. Çünkü, cevaplar önemsizdi. Kapılar açılmalıydı ve onlar bu kapıları nasıl açacaklarını biliyorlardı.

Limanın Mavi Tarafı

Geçmişten beri gerek gerçek anlamda gerekse manevi anlamda yakın ilişkide oldukları en büyük batı ülkelerinden biri olan İngiltere, Araplara ve körfez sermayesine göz kırpıyordu. 90’larda Prenses Diana’nın tartışmalı sevgilisi olan Dodi El Fayed ve Fayed ailesi İngiltere’nin en köklü kulüplerinden biri olan Fulham’ı satın alarak futbola giriş yapmış ve ada futboluna ayak basmışlardı. Tabii emekleme dönemi olarak nitelendireceğimiz bu dönem pek verimli geçmese de Fayed, takım sahipliğinden çok magazinsel bir figür olarak kendini gösterdi. Arap sosyetesinin uğrak mekanı olan İngiltere sunduğu pek çok fırsatla onlara doğal bir gelişim alanı gibi görünüyordu.

Prenses Diana ve Dodi El Fayed

2009’da bu kez yıllardır bir ileri iki geri giden Portsmouth, Suudi iş insanı Süleyman El Fehim tarafından satın alınıyordu. Fakat ay yıldızlılarda da işler istenildiği gibi gitmiyordu. Para harcamak ve yüksek bütçeli takımlar oluşturmaktan daha önemli şeyler vardır sevgili okuyan, bunun farkına varıldığında doğru yapılar kurulabilir. Bu kez rota limana doğru kırılacaktı. 1894’te kurulan Manchester City, şehrin diğer takımı Manchester United’ın hep gölgesinde kalmış bir kulüp olarak görülüyordu. Şehrin mavi tarafı ’60’ların sonundan ’70’lerin ortalarına kadar şaşalı bir dönem yaşadı. Kupa Galipleri Kupası’nı 1970’de müzeye götüren City; Allen Ball, Ken Barnes, Joe Hayes gibi efsanelerin takımıydı. ’70’lerin ikinci yarısından sonra derin bir sessizliğe bürünen kulüp, birkaç kez küme düşmenin de acısını yaşamıştı. 1990’lı yıllarda Kinkladze, Shaun Right-Phillips gibi isimleri kadrosunda barındırsa da kara talihi 2008’e kadar gülmeyecekti.

Beşinci günün şafağında doğuya bakan City taraftarları beklediği kurtarıcının Birleşik Arap Emirlikleri’nden geldiğini görmüştü. BAE’nin monark ailesine mensup üyesi Şeyh Mansur bin Zayid en-Nehyan, 23.3 Milyar poundluk servetiyle en son 1968’de Şampiyon Kulüpler Kupası’na katılmış, en son ’67-68 sezonunda lig şampiyonluğunu yaşamış ve henüz 8 senedir Premier Lig’de oynayan bu kaybedenler kulübünü tekrar ayağa kaldırmaya gelmişti. Aslında denklem basitti; her şeyin parayla ölçüldüğünü iyi bilen Şeyh, parayı ortaya koyup alamayacağı futbolcu ya da teknik direktörün olmayacağını biliyordu.

Kendine Has

Bu yazıyı hazırlamaya başladığımızda Pep Guardiola: ”Real Madrid, Barcelona ve Bayern bir oyuncuyu istedikleri zaman alabiliyorlar. Diğer takımlar ise daha fazla para ödemek zorunda kalıyorlar” demecini vermişti. Manchester City, 2008 yılında Abu Dhabi United Grup tarafından satın alınınca o dönem dünya kamuoyunda gözler bir anda Manchester’ın yeni gözdesi olacak olan takımın üstüne çevrilmişti. O günlerde bile büyük paralar harcayacaklarını tahmin ettiğimiz Mansur bin Zayid en-Nehyan’ın başını çektiği grup bugün çok daha büyük bir yapı olan City Football Grup’a dönüştürüldü. İçinde Çinli 2 şirketinde yer aldığı bu grup bugün futbol dünyasının en zengin kulüplerinden birisi olma ünvanına sahip oluyordu. Biz bilgilendirme konuşturmalarını burada bırakarak 2008 yılında satılan kulübün bugüne kadar yaptığı transfer harcamalarına kısa bir göz atacağız.

Manchester City, satıldığının hemen ertesinde takımı güçlendirme çalışmaları başlamıştı. Takıma sansasyonel bir golcü takviyesi yaparak ciddi bir iş yapmaya geldiklerini göstermek isteyen Mansur bin Zayid En Nahyan ve grubu o dönem Real Madrid’in en önemli yıldızlarından birisi olan Robinho’ya göz dikmişti. Görüşmeler fazla uzamadı ve City’nin yeni sahipleri daha ilk transferinde 40 Milyon euro gibi o dönem transfer piyasasında hatırı sayılır bir miktarla oyuncuyu kadrosuna katmayı başarmıştı. Aynı yıl bir diğer Brezilyalı oyuncu Jo için CSKA Moskova’ya 24 milyon ve Hamburg’un başarılı savunma önü oyuncusu Nigel De Jong için ise 18 milyon euro ödediler. O dönem yaptıkları en büyük kazanım ise Vincent Kompany olacaktı. Belçikalı oyuncu henüz 22 yaşındaydı ve transferin büyük abileri tarafından henüz keşfedilmemişti. Manchester ekibi Kompany için Hamburg’a 9 milyon euro daha ödedi ve kadrosuna kattı. İngiltere piyasasına hızlıca adapte olan takımın sahipleri Londra ekibi Chelsea’ye Wayne Bridge ve Shaun Wright-Phillips için 25 milyon euro ödediler. 2008 yılında toplamda 160 milyon euro harcayan Manchester’ın mavi yakası şimdiden dikkatleri üstüne çekmeyi başarmıştı. Yapılan transferlere ve başlayan değişime rağmen takım o sezonu 10’uncu sırada bitirerek hayal kırıklığı yaratmıştı. Fakat birçoklarına göre henüz harcamaya yeni başlamışlardı.

“İnsanların ve farelerin en iyi planları sıkça ters gider.” – Robert Burns “Bir Fareye” şiiri

Hedef: Şampiyonluk

2009 yazına gelindiğinde kulüp artık daha ciddi adımlar atmaya başlamıştı. Mark Hughes ile başlayan yapılanma Roberto Mancini ile devam edecek ve İngiltere futbolunun yeni büyük adayının yükselişi bir diğer titanın ise yavaş yavaş düşüşüne neden olacaktı. O kurban Arsenal’dı. Manchester ekibi transfer dönemine Arsenal’ın en önemli 2 oyuncusunu alarak girmişti. Bir stopere bir de forvete. Kolo Toure ve Emmanuel Adebayor için toplamda 38 milyon euro harcayan City hem kadrosunu güçlendiriyor hem de rakip takımı zayıflatmayı başarıyordu. Aynı yıl Arjantinli süperstar Carlos Tevez ve Paraguay’ın belki de ürettiği en büyük forvetlerden birisi olan Roque Santa Cruz takıma katılıyordu. Takımın kasasından bu oyuncular için toplam 51 milyon euro çıktı. Hareketli ve bir o kadar da sıcak geçen 2009 yazının kulüp için bilançosu 150 milyon euro oluyordu. O sezon ciddi bir atılım gösteren Manchester ekibi ligi 5’inci sırada bitiriyor ve gözünü artık daha yukarılara dikiyordu.

Her sene alışılageldiği üzere sansasyonel bir forveti takıma katarak takımın popüleritesini arttırmayı amaçlayan takımın sahipleri aynı plan doğrultusunda 2010 yaz transfer dönemine giriyorlardı. O yıllarda futbol dünyasında hem oynadığı futbol hem de özel hayatıyla dikkat çeken İtalyanların 20 yaşındaki yeni yıldız adayı Mario Balotelli transfer listesinin en başındaydı. Son 2 yılda Robinho-Carlos Tevez-Santa Cruz gibi forvetler takıma katılmış fakat bir türlü istenen verim elde edilmemişti. Bu sene daha yukarılara oynamak ve Dünya çapında daha izlenilebilir bir kulüp haline gelmek isteyen takımın bu yeni sahipleri aynı yaz hem Mario Balotelli’yi hem de Edin Dzeko’yu kadrosuna katınca yine bütün dikkatleri üzerlerine çekmeyi başarmışlardı. Bu oyuncular için toplamda 67 milyon euro harcayan İngiliz ekibi Barcelona’nın en önemli oyuncularından birisi olan Yaya Toure ve İspanyol futbolunun yeni harikası olan David Silva’yı da kadrosuna katıyor ve yapbozun parçalarını tamamlamaya devam ediyordu. 2010 yazı diğer yazlara göre Manchester ekibi için çok daha sıcak geçiyordu ve bilanço 185 milyon euro oluyordu. O sene ligi 3’üncü sırada bitiren takım için artık hedef su gibi berraktı! Premier Lig şampiyonluğu…

İki Rengin Hikayesi

2009 yılında Mancini ile başlayan planlamanın şampiyonluk doruğuna ulaştığı artık tüm İngiliz kamuoyu tarafından kabul edilirken Manchester ekibi ise hala net bir golcüye kavuşamamaktan şikayet ediyordu. Bu doğrultuda en doğru forveti bulmak amacıyla herkesin gittiği kapıya doğru yol aldılar. Söylediğinizi duyar gibiyim. Atletico Madrid! Arjantinli büyücü Sergio Agüero için pazarlık masasına oturan kulüp, 40 milyon euro gibi bir rakamla İspanyolları ikna ediyor ve beklenen golcüsüne kavuşuyordu. Aynı yaz Arsenal’ı ”bitirme operasyonu” devam ediyordu ve Samir Nasri ile birlikte Gael Clichy de Manchester ekibine katılıyordu. 2011 yazının diğer yazlara göre bilançosu daha hafif olsa da sonu diğerlerine göre çok daha başarılı olacaktı. Premier Lig yeni bir şampiyona kavuşuyor ve Sergio Aguero’nun büyüsüyle Manchester’ın rengi kırmızıdan maviye dönüyordu.

Şampiyonluk kazanıldıktan sonraki yaza girildiğinde herkes kulübün Şampiyonlar Ligi için büyük bir bütçe oluşturduğundan bahsediyordu. Fakat bu sefer beklentiler geri planda kalacaktı. Kulüp o yazını farklı yapılanmalar içerisinde geçiriyor transferde ise beklenilen ve arzulanan adımlar atılmıyordu. Takıma İnter’den Maicon, Fiorentina’dan Nastasic ve Benfica’dan Javi Garcia katıldı ve kulüp o yaz sadece 60 milyon euro harcadı. O senenin sonunda ise geçen sene aynı şehirdeki rakibine son saniyede şampiyonluğu kaybeden Manchester United mutlu sona ulaşıyor ve City en büyük rakibinin arkasında 2’nci sıraya yerleşiyordu. 2013 yazına gelindiğinde bir önceki sezonun faturası İtalyan teknik adam Roberto Mancini’ye kesiliyor ve Manchester City yeni teknik adamını açıklıyordu, Manuel Pellegrini. Şilili teknik adam önderliğinde o seneye damga vuracak olan ekibe Shaktar’dan Fernandinho, Fiorentina’dan Stefan Jovetic, Sevilla’dan Alvaro Negredo ve Jesus Navas, Atletico Madrid’den Martin Demichelis katılıyor ve kulüp o sene transfere 115 milyon euro harcıyordu. Sene sonunda Şilili teknik adamla birlikte Liverpool’un 2 puan önünde sezonu lider tamamlayan mavililer bir kez daha Premier Lig şampiyonluğuna ulaşmayı başarıyordu.

Bir Cruyff Harikası

2014 yazı diğer yazlardan farkılı bir görüntü ortaya çıkarmak için hazır bekliyordu. Geçen sene Premier League’i kazanarak kendisinden istenileni gerçekleştiren Pellegrini bu yaz ise yapbozun geri kalanını doğru hamleler ile tamamlamak için harekete geçiyordu. İlk olarak sürpriz bir transfere imza atan Manchester ekibi 36 yaşındaki Frank Lampard ile sözleşme imzalıyor ve İngiltere’de özellikle Londra’da büyük bir kesim hayıflanmaya başlıyordu. Yine bir diğer Londra ekibi Arsenal’den Bacary Sagna, Porto’dan Eliaquim Mangala ve Fernando Reges, Swansea’dan Wilfried Bony takıma katılıyor fakat kamuoyu Şampiyonlar Ligi için hala yetersiz bir kadro kurulduğundan dem vuruyordu. O senenin bilançosu 102 milyon euro’ydu ama sene sonunda istenilen başarılar elde edilemiyor ve sene başında hayıflanma sesleri yükselen Londra’dan bu sefer sevinç çığlıkları duyuluyordu. Chelsea, Premier Ligi Manchester City’nin önünde 8 puan farkla lider bitiriyor ve şampiyonluk kupasını müzesine götürüyordu.

Mansur bin Zayid en-Nehyan, geçen sezonki başarısızlığın üzerine sezon başında takıma daha büyük oyuncular alarak psikolojik üstünlüğü ele geçirme çabasına girişmişti. Bu doğrultuda başlayan transfer döneminin en büyük kazancı hiç şüphesiz Kevin De Bruyne olacaktı. Yaklaşık olarak 76 milyon euro ödenerek takıma alınan Belçikalı oyuncu günümüzde öyle bir seviyeye ulaştı ki bugün ona ödenen parayı gayet kabul edilebilir bulabiliyoruz. Diğer yandan ise Liverpool ile ipleri koparma noktasına gelen Raheem Sterling ve Valencia’nın önemli oyuncularından birisi olan Nicolas Otamendi de Manchester’ın mavi tarafına adım atıyordu. Bu yaz diğer yazlara göre en çok para harcanan yaz olarak dikkat çekse de geri dönüşü ise öyle olmayacaktı. Manchester City o sene transfere 200 milyon euro harcamış fakat şampiyonluk yarışına girememiş ve ligde 4’üncü sıraya kendisini zor atmıştı. Sorun harcanan para veya alınan oyuncular değildi. Hala bir futbol kültürüne ve sürekliliğine sahip olmayan bu yeni büyüğün çok daha büyük bir adıma ihtiyacı vardı. Bir kültüre, bir anlayışa ve bir dahiye… O dahinin ise kim olduğunu hepimiz biliyoruz. Bir Johan Cruyff harikası: Pep Guardiola!

Geçiş Süreci

Pep geldiğini hemen belli etmişti. İlk iş olarak Johan Stones ve İlkay Gündoğan toplam 82 milyon euro ödenerek takıma katıldı. Pep topun kendisinde kalmasını istiyordu ve hiçbir para bu isteğinin üzerinde olamazdı. Aynı yaz Barcelona’dan 33 yaşındaki Claudio Bravo’yu takıma kattı. Takımla özdeşleşen ve artık efsanesi haline gelmeye başlayan Joe Hart’ı ise uçağa bindirip Torino’ya yolladı! Bu çok basit bir çözümleme ile açıklanıyordu; Bravo oyunu daha iyi kuruyordu. Schalke’den Leroy Sane ve Palmeiras’tan Gabriel Jesus da takıma katılıyor ve Pep’in geçiş sürecinin ilk adımları atılıyordu. Ancak, ”Geçiş Sürecinin” ilk bilançosu ağırdı: 215 milyon euro. Takım o sene Şampiyonlar Ligi’nde son 16 turunda eleniyor, ligde ise yarışamıyor ve 3’üncü oluyorlardı. Fakat Pep ”geçiş sürecindeydi”…

Marcus Antonius ve Octavian Augustus

2017’nin yaz aylarında Pep hala takımın geriden istediği oyunu kuramamasından şikayetçiydi. Sorun belliydi ve acilen çözülmeliydi. Çözümün bilançosu ise tam 317 milyon euro olacaktı. Athletic Bilbao’dan Aymeric Laporte, Monaco’dan Benjamin Mendy ve Bernardo Silva, Tottenham’dan Kyle Walker, Benfica’dan Ederson ve Real Madrid’den Danilo ile takımı neredeyse baştan yaratan Pep sorunu çözüyor ve Manchester City o sene tam 100 puan toplayarak Premier Lig’i kazanıyordu. Son şampiyon ünvanı ile 2018 yazına giriş yapan Pep ve takımı o sene en büyük transferini Riyad Mahrez ile yapıyor ve diğer sezonlara göre çok para harcamıyordu. 78 milyon euro harcayarak transferi kapatan maviler o sezonu ise yine şampiyon olarak tamamlıyordu. 98 puan toplayarak Liverpool’un 1 puan önünde ligi tamamlayan Manchester ekibi şampiyonlar liginde ise çeyrek finalde eleniyor ve yine eli boş dönüyordu. 2018-2019 sezonu yeni bir rekabetin başlangıcı özelliğini taşıyor ve Klopp-Guardiola rekabeti Premier Ligi bambaşka bir seviyeye çıkarıyordu.

Şampiyonluk rekabeti artık bambaşka bir seviyeye ve doruğa ulaşmıştı. Sadece iki kulüp değil birbirinden farklı oyun kültürleri ve taktikleri de savaşmaya başlamıştı. Jürgen Klopp‘un çok farklı seviyeye ulaştırdığı Gegenpressi ve Pep Guardiola‘nın tiki-takası Marcus Antonius ve Octavian Augustus gibi çarpışıyor ve Dünya’nın geri kalanı ise kazananın kim olacağı hakkında sürekli bir yorum kaosu içerisine girişiyordu. Tüm dünya artık Premier Lig izleyicisine dönüşmüştü. Dünya’nın farklı yerlerinde gazeteciler, podcastçiler ve onları merakla dinleyen futbol severler bu rekabet hakkında yeni fikirler ve idealar oluşturmaya başlamıştı. Bu futbol kaosunun başlangıcında Manchester City, 2019 yazında transfere bir kez daha para saçıyor ve toplamda 159 milyon euro harcıyordu. Fakat şansları geçen seneki gibi yanlarında olmuyor ve Klopp ile heavy metal futbolu Premier Ligi kazanarak dünyadaki bütün futbol romantiklerine istediklerini veriyorlardı. Kralın tahtı sallanmış Actium’da yenilen Antonius gibi adeta büyük bir hüsran yaşamıştı. Fakat o daha güçlü dönecekti. Tabii daha fazla harcayarak!

Gelenek

Pep Guardiola, 2020 yazına çok hızlı bir giriş yapmıştı. Yine ilk iş olarak stoperlerini değiştiriyordu. Benfica’dan Ruben Dias, Bournemouth’dan Nathan Ake için toplamda 113 milyon euro harcıyordu. Bunlara Valencia’nın yeni parlak çocugu Ferran Torres de ekleniyor ve City Grup o sene transfere tam 172 milyon euro harcıyordu. Pep ve ekibi o sene Premier League’i kolayca kazandılar. Fakat asıl hedefe hiç bir zaman bu kadar yaklaşmamışlardı. O senenin kapanışını Chelsea ile Şampiyonlar Ligi’nde final oynayarak yapacaklardı. Chelsea çok kötü başladığı sezonu Lampard-Tuchel değişikliği ile düzeltmeye çalışıyor ve başarılı oluyordu. Final tam olması gerektiği gibi oldu. Tuchel ve yeni nesil 3-4-3’ü topu City’e veriyor fakat kontralarla cezayı kesiyordu. Chelsea Şampiyonlar Ligi’ni kazanıyor, City ise Londra’daki çığlıkları duymazdan gelerek Manchester’a geri dönüyordu.

2021 yazına gelindiğinde Guardiola artık Premier League’in gediklisiydi. Kendisiyle tek boy ölçüşecek olan rakibi ise Jürgen Kloop’tu. Yine bambaşka iki ekibin karşılaşmasına sahne olacak olan lig başlamadan önce Pep ve City Grup Jack Grealish için Aston Villa’ya 118 milyon euro ödüyorlardı. City için bugüne kadar bir oyuncuya kulüp kasasından çıkan en yüksek meblağ idi. O sene büyük bir heyecana sahne olan Premier League’i Pep ve ekibi yine rakibi Liverpool’un bir puan önünde şampiyon olması izledi. Guardiola lige ambargo koymuştu.

Harcamalar, çalkantılar, taktikler ve bitmek bilmeyen oyuncu değişimleri… Tixi Begiristian’ın futbol direktörü olarak başa geldiği City’nin bütün futbol operasyonun başında bulunan ikili, hem futbol felsefelerini kulübe aşılamak için var güçleriyle çalıştılar hem de Şeyh’ten gelen sınırsız mali desteği sonuna kadar kullandılar. Yalnız ufak bir sorun vardı. City, hala Şampiyonlar Ligi’nde kupaya ulaşamamıştı. Yapılan onca harcama ve atılan onca adım, değiştirilen stadyum, altyapıdan çıkan Phil Foden gibi bir süperstara rağmen, 2021 finalinde Chelsea’ye yenilmişti. 2022 yılında ise yarı finalde karşılaşılan Real Madrid’e son beş dakikada verilen tur, eski bir soruyu akla getirdi. Para her kapıyı açar mıydı? En Real Madrid’e benzemeyen Real Madrid olarak adlandırılan Los Galacticos, futbolun en büyük geyiğini tekrar canlandırmıştı. Kazanan formaydı ve ne kadar harcarsanız harcayın bazı şeyler asla değişmezdi. Gelenek hala titrini koruyordu…


İstatistik ve rakamsal veriler için Transfermarkt’dan yararlanılmıştır.

* Yazının ikinci bölümü yakında yayımda olacak.

Exit mobile version