Kısa bir aradan sonra siz değerli okurlarıma kavuşmanın sevinci ve haklı gururunu yaşıyorum. Küçük bir molanın ardından sevgili dergim beni Hollanda futbolu büyükelçisi gördüğü için üç altın Hollandalı çocuğun hikayesini yazmakla görevlendirdi. Aynı hikaye içerisinde 80’lerin sonuna damga vurmaya başlamış bu üç titanı konuşmak ve bana hissettirdiklerini sizlere aktarmak hikayenin bütünlüğü açısından belirli kesintiler yaratabilirdi. Dikkatlice inceledim ve belirli kopmaları olduğu düzey içinde dengede tutmaya çalıştım…
Oralarda bir yerlerde olduğunu bildiğim değerli takipçilerim, bu kesinlikle ve kesinlikle bir futbol hikayesi değildir. Tanrı vergisi yeteneklerini sanat düzeyinde kullanan ve bu yetenekleri kullanırlarken mevcudu oldukları takımları tam bir kazanma makinesine dönüştüren altın üçlünün ta kendisidir!
Altın Üçlü
Öncelikle gerçek altın üçlü kimdir ondan kısaca bahsetmek istiyorum. Bahsi geçen kelime grubunda değerli potterheadların hemencecik anlayacağı üzere J.K.Rowling’in yarattığı sihir dünyasının bütün olumsuzluklara rağmen kazanan ana karakterleridir. Bu üçlü: Harry Potter, Ronald Weasley ve Hermione Granger’dır tabi ki…
Biz ise hikayemizde 80’lerin sonuna ve 90’ların başlarına damga vuran altın üçlüden bahsedeceğiz. Frank Rijkaard, Marco Van Basten ve Ruud Gullit…
Hollanda’nın altın çocukları için hazırlayacağım hikayeyi uzunca bir süre düşündüm. Açıkcası, rutin hayatımın içerisinde bulamadığım kadar çok şey kazanan bu adamları anlatacak herhangi bir düzeyde iyi bir hikaye var mı diye de bakınmayı ihmal etmedim. Bakalım kendileri ile ilgili atacağımız adımlar bizleri nereye götürecek? Kahvelerimiz ve müziklerimiz hazırsa başlıyoruz.
Birlikte Savaşanların Hikayeleri Büyük Olur
Rowling’in üçlüsü ile tanıştığımda çok küçüktüm. Bizim jenerasyonumuz için Yüzüklerin Efendisi ve Harry Potter gibi kült olmuş kitapların sinematik evrene uyarlanması hayal güçlerimiz için devrimin kendisiydi. Altın üçlüye daha sonraları daha çok kafa yorduğumda Rowling onlara karakter analizi yaparken birbirini tamamlayacak şekilde yetenekler bahşetmiş. Harry cesaret ve liderliğiyle, Hermione zekası ve çalışkanlığıyla, Ron ise Harry’nin en büyük özelliği olan cesareti ne zaman kırılmaya başlasa yanında bitiveren en büyük yardımcı karakter olarak gözüme çarptı. Bu üçlü birlikte olduklarında mağlup edilemeyecek kadar birbirlerini tamamlıyorlardı hikayede. İşin özü öylede oldu ve karanlık büyücü karşısında ”birlikte” savaşarak mutlak zaferi kazandılar. Kendileri başardıkları şey kadar büyüktüler ve bu başarıyla bizim de hayal güçlerimizi derinden etkilediler. Sevgiler ve saygılar değerli Rowling’e ve onun altın üçlüsüne…
Birlikte savaşarak kazananların hikayeleri büyük olur. Rowling hikayesinde bir çok yan aktörü muhteşem anlatımıyla sunmuştur bize. Bizim vaktimiz kısıtlı olduğu için sizlere Gullit, Van Basten ve Rijkaard’ın birlikte oynadıkları o muhteşem Milan takımından çok bahsetmeyeceğim. Başlangıçta belirttiğim üzere bu altın üçlünün hikayesi. Kendilerinden rol çalmadan devam etmeye çalışalım.
Bir çok açıdan hikayeler birbirlerine benzetilebilirler. Bu noktada temel kural ise işin özünü daha açıklayıcı bir şekilde sunabilmektir diye düşünüyorum. 80’lerin sonunu her açıdan domine eden Sacchi’nin Milan’ı bu 3 adamın olağanüstü katkılarıyla tam bir hücum makinesine dönüşüyor ve İtalyan takımının en iyi haline dönüşmesine müthiş katkı sağlıyordu. Klasik total futbol altyapısı ile yetişmiş olan Hollanda’nın altın çocukları İtalyan sisteminin içine monte eden Sacchi onlarla beraber dünya futboluna İtalyan takımlarının da üst düzey hücum edebileceğini gösteriyordu adeta. Birlikte hücum edelim, birlikte savunalım mantığını orta sahada Rijkaard’ın muhteşem zekasıyla üst düzeye çıkarıp ileride ise Gullit ve Van Basten’le rakiplerine acımıyordu Milan. Peki ben sahaya baktığımda ve hikayenin baş aktörleri olan beyefendileri incelediğimde ne görüyordum?
Kazanma Sanatı
Ruud Gullit futbolunu zerafet ve cesaretiyle, Frank Rijkaard ise zekası ve total futbola olan uyumuyla göze çarpıyordu o dönemde. Marco Van Basten ise altın üçlünün en estetik olan oyuncusuydu kimilerine göre. Kimilerine göreyse sanatını toplum için yapan bir sanatçı. Bu adamlar estetik oldukları kadar savaşçı, şavaşçı oldukları kadar da zerafetle bezenmişlerdi. Kişisel olarak ekleyecek olursam; Gullit tam bir mevkiiyle hiç bir zaman özdeşleşmedi çünkü adam da yok yoktu, Sacchi onu daha çok Van Basten’in yanında kullanıyor bazen yardımcı adam rolüne atıyordu. Ama, zamanı geldiğinde aslında başrole yakın tipik bir 10 numaraya dönüşüyordu. Bir dönem Chelsea’de de ön libero bile oynamışlığı vardı. Tabi bu bambaşka bir hikayenin konusu.
80’li yıllar bir çok açıdan geride bıraktığımız yüzyılın en verimli dönemleri olabilir. Müzik ile sanat üst düzeyde seyrediliyor ve dinleniyor, futbol ise bir yan aktör olarak gelişmeye devam ediyordu.
Yan rol ve başrol kelimelerinin içerdiği anlamdan biraz dışarı çıkınca ise karşımıza Frank Rijkaard çıkıyordu. Kariyerine sert bir savunma oyuncusu olarak başlamıştı. Fakat altın çocuğun hikayesine dokunan farklı bir Rowling betimlemesi yapabileceğimiz Johan Cruyff onu savunmanın hemen önünde kullanmayı akıl etmişti. Cruyff’un felsefesi basit ama yararlıydı. Top sahip olmak. Topa sahip olmak demek rakibin sürekli onları kovalaması ve bu kovalamaca esnasında sahaya çıkılan düzenin bir şekilde bozulması demekti. Tebrikler Rinus Michels! Bu felsefede topu mıknatıs gibi ayağında tutabilen kadife ayaklı fakat oldukça sert Hollandalımız Frank Rijkaard biçilmiş kaftandı. Hollanda şeytan üçgeninin doğru zamanda doğru yerde olan adamı Marco Van Basten ise tipik bir fırsatçı golcü rolündeydi. Bazı zamanlarda ise ”Bitter Sweet Symphony” tadında yaptığı vuruşlar ile bize farklı bir dünyadan geldiğini anlatmaya çalışıyordu. Eğer kendisine attığı en iyi gollerin bir videosunu yapmak isterseniz sizlere sabır diliyorum. Çünkü tam bir estetik canavarıdır. Peki bu üçlüyü aynı takımda toplama kararını veren Milan’ın efsane başkanı Berlusconi bunu hangi psikolojiyle almıştı?
Hücum Dehası
Milan’ın efsane başkanı Berlisconi bir değişim süreci başlatmaya karar vermiş ve bunu büyük bir cesaret göstererek Arrigo Sacchi ile yapmaya karar vermişti. Sacchi hücum yapmak için sistemi, sistemi değiştirmek içinde hücum yapmayı bilen oyuncuları takıma katmayı tercih etti. Hikayemizin bu noktasında altın üçlünün ikisi Milan’a katılmıştı.
Marco Van Basten ve Ruud Gullit’in skor yükünü çektiği Milan, İtalyan devi Maradonalı Napoli’nin önünde tam 8 yıl sonra Lig Kupası’nı kazanıyordu. Sonraki sezon Milan, idolü Rinus Michels’ın total futboluna yatkın bir ismi transfer etmek için harekete geçti ve triomuzu tamamlayacak olan Frank Rijkaard takıma katıldı. Sonuç ise beklendiği gibiydi. Milan o sezon sırasıyla Kupa Galipleri Kupası, Uefa Süper Kupası ve Kıtalararası Kupası’nı müzesine götürüyordu. Arkadaşlar bu takım hücum ediyordu. Ama nasıl?
Geliştirilmiş Total Futbol
Sahaya bir bütün olarak bakıldığında triomuz çalışır vaziyette gözüken makinanın temel dişlilerini oluşturuyordu. Hemen arkalarına baktığımızda ise onları destekleyen diğer 3 canavar vardı. Maldini, Baresi ve Costacurta. Baresi, Savunma Bakanı rolünü üstleniyor, genç yardımcıları ise onu bu dayanılması zor görevin altından rahatça kalkması için destekliyordu. Roberto Donadoni ve Carlo Ancelotti‘yi söylemiş miydim? Kendilerinden biraz bahsetmeye kalkarsam eğer en başta söylediğim rol çalmama kararından hemen vazgeçebileceğim için sadece isimlerini anıp devam edeceğim. Çünkü bu iki adama sayfalarca hikaye yazılabilir biliyorum. İşin özünde ise hücum devrimi gerçekleşiyordu. Bu takım hücum yapmak için bir araya getirilmişti ve doğal sonuçları gayet yerindeydi. İyi hücum yapabilmek için iyi bir savunma yapmak önemlidir.
Just Like Heaven
80’li yıllar bir çok açıdan geride bıraktığımız yüzyılın en verimli dönemleri olabilir. Müzik ile sanat üst düzeyde seyrediliyor ve dinleniyor, futbol ise bir yan aktör olarak gelişmeye devam ediyordu. Büyük buhranları üzerinden atmaya çalışan dünya, rock müziğin ikinci dip dalgasını hazmetmeye çalışırken değerli altın üçlümüz ise sanatlarını Avrupa’nın farklı coğrafyalarında sunmaya devam ediyordu. Futbol bir sanat mıdır? Siz bunu düşünürken ben playlistime 80’lerde merhaba diyen ”The Cure – Just Like Heaven” açıp biraz dinleneceğim. Efendim hem hazır dinlenmişken, hem de bu kadar enteresan bir şey yapıp düşünüyorken söylemeden edemeyeceğim. Futbol, 80’lerin sonunda bir sanat, oynayanlar ise Rönesans dönemini andıran sanatçılar gibiydiler. Günümüzde tamamen endüstriyelleşmiş olan futbol bize her ne kadar Cristiano Ronaldo ve Lionel Messi gibi iki titanı bahşetsede 80’lerde her kıtada farklı ve bir çok titan bulunabilirdi. Popülaritesi artık üst düzeye ulaşmış turnuvaların heyecanı bir çok açıdan farklı yaşanmaktaydı. Futbol olgunlaşma adımlarını atıyor yeni taktik disiplinleri hayatımıza giriyordu. Ve bu doğrultuda gelişen futbolun gelişen mevkiileriyle özdeşleşecek bir çok yeni karakter bu dönemde karşımıza çıkmayı başarıyordu. Bu çaba ve yeni disiplinler farklı trioların hayatımıza girmesine neden oluyordu.
Devrim
Evet hikayemizin ana noktasındaki altın üçlü ise oyunlarında Rönesans dönemi Floransa’sında ki sanatçılar kadar marjinal ve gayretliydiler. Kendilerini diğer triolardan ayıran en önemli özellik aynı ülke vatandaşı olmaları ve kendilerine bir futbol tanrısının dokunmuş olmasından mı kaynaklanıyordu? Bu sorunun cevabını kendi içimde ne kadar bilsem de size bırakmayı tercih ediyorum. İşin özü zaten bu değil midir? Harry Potter’ın yaratıcısı Rowling hikayesine ne kadar hakimdiyse ve şartları onlar için nasıl olgunlaştırdıysa Rinus Michels ile Johan Cruyff ve onların büyük futbol devrimi olan total futbol bu üç adamın oynadığı futbolu bir o kadar olgunlaştırmıştır. Evet ya da hayır demek işin sonunda size kalıyor!
Lumos Maxima!*
Sevgili arkadaşlar futbolu seviyoruz. Futbolun yarattığı hikayeleri ve onun yaratıcılarını seviyoruz. Güzel oyun ile kazanmak, kazanmak için savaşmak ve bazen savaşırken kaybetmek bizim hikayelerimiz için enfes bir doğal kaynak olarak gözüküyor. Birlikte mücadele verenler birer roman kahramanı da olsalar veya gerçek hayatta da olsalar desteklemeye ve sevmeye devam edeceğiz. Altın üçlümüze; başardıkları, kazandıkları ve en önemlisi oyunu geliştirdikleri için bir futbolsever olarak teşekkürü kendime bir borç biliyorum. Yarattıkları ışığın hiç sönmemesi dileğiyle!
* Lumos Maxima, Harry Potter evreninde yüksek bir ışık çakmasını sağlayan büyünün adıdır.