Site icon Victory Dergi

Jürgen Klopp: Kaybetme Sanatı

1996 yılında Şampiyonlar Ligi şampiyonu olan Borussia Dortmund bu başarının ardından mali durumunu yönetemeyerek çok büyük bir krizin içerisine girmişti. İçine düşülen bu durum neticesinde kulüp, stadını satmak zorunda kalmış ve küçülmeye gitmişti. Almanya’nın en önemli kulüplerinden birinin bu hale gelmesi ciddi bir karamsarlık durumunu da beraberinde getirdi. Kemer sıkan ve sıkı tedbirler almak zorunda kalan Dortmund artık en büyük sahnenin çok çok uzağında bir görüntü çiziyordu. Ta ki o gelene kadar…

2008-2009 sezonunda takımın başına Mainz’dan getirilen, futbolculuk kariyeri çok parlak geçmemiş olmasına rağmen Alman futbolunun gelecek vadeden hocalarından biri olan Jürgen Klopp kendinden hiç beklenmeyen bir şeyi gerçekleştirdi. Blaszczykowski, Schmelzer, Subotic, Kagawa ve Lewandowski gibi sonradan adlarını sıkça duyacağımız oyuncuların etrafında kurduğu takımla 2010-2011 ve 2011-2012 sezonlarında üst üste iki kez şampiyon olarak hem Bayern Münih hegemonyasına bir son vermiş hem de kendisine teknik direktör olarak ciddi bir itibar kazanmıştı. Ama, her şey kazanmayla ilgili değildir. Bazen en büyük kazananlar da mağlup olarak isimlerini tarihe yazdırırlar. Ne demişti Türk biniciliğinin önemli isimlerinden Özdemir Atman: “Kaybetmek, kazanmanın kardeşidir!”

Değişen Sistemler

Futbol, yaşamın her alanında olduğu gibi başlangıcından bu yana büyük bir değişim geçirdi. 1930’larda Puzzo’nun method oyunu, 1950’lerde Karl Rappan’la başlayan Zincir, 1960’larda Rocco ile Herrera’nın farklı anlayışlarla uyguladığı Cateneccio, 1970’lerde Zagallo’nun sahte forvetli 4-2-4’ü, Michels’in Total Futbol’u, 1980’lerde İngilizlerin kanatlı uzun topa dayalı oyunu ile Trapattoni’nin yorumladığı Yeni Catenaccio, 1990’larda Ariggo Sacchi’nin Milan’ı ve 2000’lerde ise Mourinho’nun otobüsü ile Pep Guardiola’nın Tiki-Taka’sı futbolun trendlerini belirledi. Eskiden daha geri planda olan antrenörler artık bir teorisyen ve düşünür gibi algılanıyor, takımların değil antrenörlerin oyunları başka takımlar tarafından kopyalanıyordu. 2010’lara gelindiğinde az önce  saymış olduğum isimlere yeni bir isim ve başka bir anlayış eklendi: Jürgen Klopp ve Gegenpress.

Heavy Metal

Alman futbolu en başından beri hızlı hücumlara ve ani pres akınlarına dayanıyordu. Oyunu genişleten hızlı bekler, ayağa oynamayı çok iyi bilen stoperler, oyunun iki yönünü de oynamayı başaran orta sahalar ve golcü kanat oyuncularıyla dünya futboluna damga vuran bir yapının mirasçısı olan Jürgen’den de farklı bir şey beklenemezdi. Daha futbol oynarken oyun anlayışını geliştiren bu büyük gülüşlü adam, gençliğinin en önemli kulübü olan Milan’dan ve onun megaloman hocası Sacchi’den çok etkilendiğini her fırsatta belirtiyordu. Oynadıkları oyunu da bu bağlamda bir heavy metal futbolu olarak tanımlıyordu. Yüksek tempolu pres, rakip sahada durmaksızın top kapma temeline dayanan baskın taktikler ve oyunu tam kontrol eden orta saha yapısıyla dünya futbolunun tanımlayıcı hocalarından biri haline geldi. Lewandowski, İlkay Gündoğan, Mario Götze, Matts Hummels gibi oyuncuları kazandırdığı Dortmund onun önderliğinde Bundesliga’yı üst üste iki kez kazanmıştı fakat hiçbir şey henüz kaybedilmemişti.

2011-2012 sezonunu şampiyon tamamlayan Dortmund, futbol otoriteleri tarafından Şampiyonlar Ligi’nde de favorilerden biri olarak gösteriliyordu. Jürgen Klopp geldiğinden beri güçlü taktik anlayışını takımına benimsetmiş ve ürkütücü futboluyla kıta avrupasını önümüzdeki birkaç yıl boyunca domine edeceği düşünülüyordu. ismini saydığım oyuncular ve ciddi taktiksel tutarlılık Dortmud’un göze çarpması için yeterli sebepler olarak görülüyordu. Yeni sezon da onlar için iyi başlamıştı. Yıllarca süre gelen oyunları artık zirveye doğru yaklaşmaktaydı. Takım, bizim tabirimizle gözü kapalı oynuyor ve makineleşmiş sistemleriyle üst üste üçüncü sezon şampiyonluk için iddialı görünüyordu. 2012-2013 sezonu bu ahval ve şerait altında başlasa da futbolun acı yanı yakında kendini gösterecekti…

Teorisyen

Diğer yanda ise futbolun bölüm sonu canavarı Bayern vardı. Efsane teknik adam Jupp Heynckes sarı hanedanlığa son vermek için çalışıyor ve Bayern için şampiyonluktan uzak kalınan iki yılın acısını çıkartmak istiyordu. Aslında iki takımında tek bir amacı var gibi görünüyordu. Kervan ise yolda düzülürdü. Zaman içerisinde hedeflerden sapmalar olur veya yeni hedefler konularak başarıya gidilirdi. Tam da bu noktada iki takımın zorlu avrupa yolculuğu başladı. Bayern gruplarda Valencia, BATE ve Lille’le eşleşerek şanlı tarihine biraz hafif kalan bir gruba düşmüştü. Dortmund ise Real Madrid, Ajax ve Manchester City’le eşleşerek finale gidecek yolun çok uzun olacağını iliklerinde hissetmişti. Klopp daha sonraları çokça karşılaşacağı Madrid ile ilk kez kafa kafaya gelecek ve işi hiç kolay olmayacaktı.

Ekibine her zaman güvenen Alman teknik adam Zeljko Buvac gibi bir yardımcıyla ve oyunun her alanında bilgi sahibi olan profesyonellerle çalışmaktan keyif alan bir hoca olarak gösteriyordu kendini. Sonuçta yıllar sonra Liverpool’da da söyleyeceği gibi her işe kendisi yetişemezdi bu yüzden de olabildiğince farklı alanlarda kişiyle çalışmaktan zevk alıyordu. Örneğin, gegenpress için Buvac olmadan olmayacağını söylemek ağır kaçmaz. Teorisyen teknik adamların en az onun kadar teorisyen yardımcıları olmalıdır ki Buvac bundan çok daha fazlasıydı.

Oyuncu izlemeyle de yakından ilgilenen Buvac, takım kimyasının tutması ve birbirine en çok uyacak oyuncuları bulma konusunda bir dâhiydi. Zaten, tüm Dortmund takımı da bu saik üzerine inşa edilmişti. Ayrıca, daha sonra sıkça göreceğimiz geniş rotasyon kullanan hocaların aksine Jürgen Klopp oyunu 17 kişiyle oynamayı uygun buluyordu. Ana iskelet olan ilk 11’in haricinde 6 ana yedekli kadrosu ona daha az kişiyle uğraşma avantajını yüklüyor ve takım içi huzursuzlukların önüne geçebiliyordu.

Titanların Savaşı

Bir yandan Şampiyonlar Ligi’nde yoluna dolu dizgin devam Dortmund grubunu nağmağlup lider bitirmişti. İkinci turda grup lideri olmanın avantajıyla Shakhtar Donetsk geçilmiş, çeyrek finalde de o yılların fırtına takımı Malaga kupanın dışına itilmişti. Dortmund coştukça coşuyor ve artık kazanmanın zirvesinde olduklarının hissiyle daha şehvetli bir hale bürünüyorlardı. Bayern için ise gruptan sonrası tam onlara yakışacak cinsten olmuştu. Sırasıyla; Arsenal ve Juventus geçilmişti. Yarı finalde ise iki takım için Alman futbolunun gücünü tüm dünyaya kanıtlama zamanıydı. Dortmund, grupta karşılaşıp yenilmediği Real Madrid’le; Bayern ise ışıltılı yıllarının son demlerini yaşayan Barcelona’yla karşılaşacaktı.

İki Alman takımı da ilk maçlarını 4-0 kazandılar. Ama özellikle Lewandowski’nin yaptıkları Dortmund’un ne derece bir takım olduğunu anlatır nitelikteydi. 90 dakika durmaksızın bir pres ve baskı oyunuyla rakibi tarumar etmişlerdi. İkinci maçtaki 2-0’lık mağlubiyete rağmen Dortmund adını ikinci kez Şampiyonlar Ligi finaline yazdırmıştı. Diğer tarafta ise Bayern ilk maçın ardından Barcelona’yı 3-0’la devirmiş ve bir sene önce kendi sahasında kaybettiği kupanın acısını Wembley’de çıkartmak istiyordu. Çivi çiviyi söker sevgili okuyan; bir tarafta kaybetmenin sözlük anlamı Bayern ve Heynckes, diğer yanda ise küllerinden yeniden doğan Dortmund ve onu bu hale getiren Jürgen Klopp. Hepimiz sonucu hatırlıyoruz. Futbol, hiçbir zaman romantiklerin oyunu olmamıştır. Gerçekçi ve travmatik bir geçmişi olan futbol o ana kadar her şeyi doğru yapan Dortmund’a fırsat vermedi. Ve, bütün büyük kazananların yaşadığı gibi Jürgen Klopp ilk Şampiyonlar Ligi finalinde boynunu öne eğerek ayrıldı.

Kaybetmenin de bir şanı var der eskiler. Klopp bu şana en çok yakıştığı akşamı yaşamıştı. Kurduğu tüm yapı dünya futbolunun titanı tarafından yerle bir edildi. Sadece Avrupa kupasını değil ligi de kaybetmişlerdi. Dortmund ve Jürgen doyuma ulaşmıştı artık. Sonrasında takımın golcüsü Lewandowski bedelsiz olarak Bayern’e gitti. Takım, futbolun devleri tarafından bir bir talan ediliyordu. ’13-14 sezonunda işler ise hiç istenildiği gibi gitmedi. Hiç tanınmayan biri olarak geldiği Signal İduna’yı bir şampiyon gibi terk ediyordu, şapkalı ve güler yüzlü adam. Aslında giyim kuşamla da pek alakası yoktu. “Nasıl göründüğümü hiç düşünmedim. Bunun pek hoş bir hareket olmadığını biliyorum, sonuçta insan içinde çalışıyoruz. Dortmund’a geldiğimdeyse ‘Belki bir değişime gitmeliyim’ dedim ve bir süre kot pantolon ile tişört giydim. Ama rahat hissetmiyordum işte.” diye giyim tarzı hakkında yorumda bulunmuştu verdiği bir demeçte. O, eşofmanların ve şapkanın adamıydı. Ve, artık sarıları çıkarmanın zamanı gelmişti. Yeni bir yere, bu sefer daha büyük ve gururla kaybetmeye gidiyordu.

Ateş ve Su

Dortmund’tan sonra bir yıl dinlendi Jürgen ta ki dünya futbolunun en ikonik takımlarından biri kapısını çalıncaya dek… Jürgen’in travmatik bir şekilde hem ligi hem de Şampiyonlar Ligi’ni kaybetmesinden bir sene sonra, benzer bir travmayla – Gerrard’ın ayağının kayması sonucu – Liverpool’da uzun yıllar kazanamadığı Premier League’i sahnenin yeni çocuğu Manchester City’ye kaybetmişti. Dünya futbolunun bu uyuyan devi lig sahnesinden uzak kalsa da bu süreçte Avrupa kupaları kazanmış, yerel kupalarda zirveyi görmüştü. Ama, kimse Brendan Rodgers kadar o taçlı kupaya bu kadar çok yaklaşamamıştı. Çalınan kapı ise daha sonraları şehir ve kulüple olan ilişkisini verdiği röportajda şöyle ifade edecek olan Jürgen Klopp oldu: “Liverpool şehri ve ben, ateş ve su gibiyiz. Şehre gidemem yoksa yanarlar. Küçük bir örnek vereyim mi? cuma gecesi tüm ekip, çalışanlarımız dışarı gidiyor. Biri dışarı çıkmıyor, o da benim. Yoksa kimse eğlenemez. Ben bunun özlemini duymuyorum, benim için sorun yok. Benim bildiğim tek şey, futbolun bu şehir için önemli olduğu. Beni çeken şey bu. Şehrin büyüklüğü, burada gördüğüm fırsat, potansiyel… Benim sevdiğim şey bunlar.”

Klasik rock şehrinde bir heavy metalci olarak sırıtmayacaktı. Yapılacak şey ise belliydi bu hasrete bir son vermek. Verildi de! 2019-2020 sezonunda Liverpool, ismi Premier League olduktan sonra ilk defa kupaya uzandı ve hatta Şampiyonlar Ligi şampiyonu da oldu. Ama, biz bir kazananın nasıl kaybettiğini anlatmakla yükümlüyüz. Tarih, her zaman kazananı yazar ama bazen öyle bir kaybedersiniz ki siz de tarih olursunuz. Jürgen’in Liverpool’u da bunun en güzel örneğini gösterdi bize hem de iki kez!

Yeni Bir Dönem

Yılların özlemini gidermek kolay bir şey değildir hele hele bunu dünyanın en zor ve en zengin liginde yapmak oldukça zordur. Dortmund’da kadrosunu kurarak ve koruyarak başarıya ulaşan Jürgen Klopp, Liverpool’da da aynısını yapmak niyetindeydi ama kendi oyununu oturtması oldukça zordu. Takıma geldiğinde Clyne, Alberto Moreno, Benteke ve Jordon İbe gibi oyuncularla kurulu kadroyu kendisine daha yatkın oyuncularla ve en önemlisi taktiksel yatkınlığı olan isimlerle doldurması gerekiyordu. Bu amaçla kaleye Roma’dan Brezilyalı Alisson Becker, kanat mevkisine Mısırlı süperstar Muhammed Salah, Newcastle’dan mevkisiz oyuncu Wijnaldum ile bir ikinci lig oyuncusu olan sol bek Robertson, altyapıdan daha sonra dünyanın en iyi beklerinden biri olacak Alexander-Arnold ve Southampton’dan Sadio Mane gibi oyuncular kadroya eklenerek Jürgen’in Liverpool’u ortaya çıkmaya başladı. İlk iki sene kurulmakla geçirilen yapı 2018-2019 sezonuna artık hazırdı ve sezon tarihin gördüğü en büyük mücadelelerden birini görecekti. Rakip ise, körfez sermayesinin ve Guardiola’nın gelişiyle bambaşka bir kimliğe bürünen Manchester City’di. Heavy metal, klasik müziğe karşıydı ve rakip sadece iyi futbol oynamıyordu ayrıca çok güçlü de bir yapısı vardı.

Liverpool, Mane-Firmino-Salah’dan oluşan hücum hattıyla korkutucu görünüyordu. Her şey yerli yerinde olsa da Liverpool’un en büyük probleminin savunma hattında olduğu açıkça ortadaydı. Bu açığı ise Jürgen Klopp Hollandalı bir dev olan Virgil Van Dijk’la kapattı. Modern futbolun en göze çarpan yanı savunma hattının kusursuz çalışmasıdır. Çoğu sistem takımı topu oyuna doğru sokmak için savunmasından bu işi başlatmalıdır. Bu işi harika yapan Van Dijk’ın bir diğer önemli özelliği ise boyuna rağmen çok hızlı geri dönmesiydi. Hatta o kadar hızlı geri dönüyordu ve rakibini o kadar hızlı karşılıyordu ki Liverpool’a geldikten sonra tam 50 maç çalım dahi atılamamıştı kendisine. “Biz ekip olarak, oyunculara kendilerini hızlı bir şekilde geliştirme ve kariyerlerini yükseltmeleri için kalitelerini kullanma fırsatı veriyoruz” diyordu Jürgen Klopp ve Robertson ile Van Dijk’ta bu açıkça belli oluyordu. Her alanda antrenörlerle çalışma kuralını Liverpool’da da uyguluyordu Alman teknik adam. Belki Buvac ayrılmıştı ama onun kadar donanımlı birçok insan çevresindeydi. Kazanmak için doğru adımları atmalısınız ve Klopp bu doğru adımları atıyordu. Liverpool için her şey iyi ilerliyordu. Fakat, 2017-2018 sezonunda Dortmund’la kupanın dışına ittiği Real Madrid’le Şampiyonlar Ligi finalinde karşılaşmış ama kişisel hatalar ve Ramos’un Salah’ı sakatlamasıyla işler istedikleri gibi gitmemişti. Yine bir avrupa finali ve yine bir kaybediş.

Gururlu Kaybeden

Ligde ise işler öyle değildi. Kazanmak için her şeye sahiptiler. İyi bir kaleci, doğru kurgulanmış bir defans hattı, uyumlu bir orta saha ve muhteşem bir ileri üçlü… Sahaya 4-3-3 yayılan Liverpool, dünya futbolunda ’70 Brezilya, 2001 Roma ve Messili Barcelona’nın da uzun süre oynadığı geri gelerek kanatları öne çıkaran ve bunu yaparken karşı takımın da bir stoperini yanında taşıyarak kanat oyuncularını oluşan boşluklardan gol bulmaya iten yapıyı benimsemişti. Firmino geri gelerek bir santrafordan ziyade 10 numara gibi oynuyor, bekler Alexander-Arnold ve Robertson oyunu genişletiyor ve kanat oyuncuları Salah ile Mane içeride konumlanarak tehlikeli bir hava yaratıyorlardı. Bir yandan da City yabana atılacak takım değildi. İlk 15 maçta sadece 2 kez berabere kalmışlardı ve hiç yenilecek gibi görünmüyorlardı. Buna karşılık ise Liverpool ilk 20 maçta yenilmemişti. 3 Ocak 2019’daki Manchester City maçına kadar…

Ligin ilk maçında 0-0 berabere kalan bu iki takım Ettihad’da çılgın bir savaşa çıkmışlardı. City 1-0 öne geçmiş, ardından Firmino beraberliği sağlasa da Sane’nin golüne engel olunamamış ve maç 2-1 City üstünlüğüyle sona ermişti. En büyük rakibe karşı kaybetmek her zaman demoralize olmak demektir ama Liverpool’un buna hakkı yoktu. Daha önce çok ağır mağlubiyetler almış Jürgen ise devam edilmesi gerektiğini biliyordu. Gülümsemeye devam etmeliydi. Devam da ettiler, Liverpool sonraki 17 maçta sadece 4 kez berabere kaldı yani toplamda yalnızca 8 puan kaybederek 97 puanla ligi bitirdi. City ise Liverpool galibiyetinden sonra sadece 1 maç kaybederek 98 puanla ligi şampiyon olarak tamamladı. Liverpool tarihin en yüksek puanlı ikincisi olmuştu.

Kaybetmek, her zaman rakibiniz tarafından perişan edilmek değildir. Bazen son dakikaya kadar kovalarsınız ve sonunda büyük bir gururla yenilirsiniz. Hayatınızı bu kazanmalar veya kaybetmeler üzerine tanımlayamazsınız. Çünkü, insan hayatı bunlardan çok daha fazlasıdır. 90 dakikalık bir oyun içinse değişkenler o kadar fazladır ki günü gelir en iyiler bile kaybederler. İşte Jürgen ve onun öğrencilerine olan tam olarak buydu. Mükemmel götürdükleri bir sezonu öyle alelade olmayan ve tamamen kendini futbola adamış bir beynin takımına kaybetmişlerdi. Olayın üstünden çok sonra ise şöyle diyecekti Jürgen Klopp: “Şampiyon olamadığımız için üzgün değilim. 97 puan aldık ve City, Leicester City’ye bir gol attı. Eğer bu olmasa… Ne yapabiliriz ki! Başkalarının düşmesini ümit edemezsin. Elimizden gelenin en iyisini yaptık, 97 puan topladık. Kazanmak istedik ancak zorlu bir rakibimiz vardı.” Kaybetmek de bir sanattır ve bazen onu da yaşarsınız. Çünkü, ne diyordu Özdemir Atman: Kaybetmek, kazanmanın kardeşidir…

Exit mobile version