Dünya, her zaman bizim içerisinde yaşadığımız gibi değildi. O da kendi dinamikleri çerçevesinde her zaman bir gelişim ve değişim sürecini yaşadı. Hadd-i zatında dünya diye bahsettiğimiz bu gezegenin üstünde yaşayan bizler, devinimin ana aktörleri olarak hep ona bir yol çizdik. Çizdiğimiz yolun bir kısmında bugün hepimizin bazen iğretiyle yaklaştığımız bazen de öykündüğümüz bir insan tipi 19’uncu yüzyıl Avrupası’nda ortaya çıktı. Devrimden sonra kitap okumanın yaygınlaşması ve insanların toplum hayatının keşmekeşinden sıkılması dünya tarihinde belki de ilk defa münzeviliğin amacını gökyüzünden yeryüzüne indirdi. O dönemlerde bireyciliğin kol gezdiği Paris sokaklarında; kafasında ressam beresi, genelde yalnız yaşayan ve tek amacı entelektüel birikimini daha da ileri taşımak için kahvesiyle Champs-Élysées’de oturan yeni bir insan tipi ortaya çıktı: Bohemler. Toplumun yargılarından sıkılmış bu yalnız ruhlar, pozitivizmin aşkıyla yanıp tutuşan birer düşünce savaşçısı ve amansız bir sanat savunucusu durumuna gelmişlerdi. Burjuvaların, aristokrasi içine karışmasıyla birlikte hareketlenen Fransız sosyetik hayatı daha önce çok karşılaşılmayan bir renkliliğin içerisindeydi. “Salon” adı verilen mekanlarda toplanıp, insanlık tarihinin en enteresan sorularından birine cevap aranıyordu: Sanat kimin içindi?
Bohem
Elbette bu soruya hepimizin vereceği bir cevap olmakla birlikte -burada yazar kendi cevabını saklamayı uygun buluyor- bence sorunun kendisi cevabından çok daha önemli gibi görünmekte. Oscar Wilde, Victor Hugo gibi birçok ismin katıldığı bu toplantılarda oldukça canlı sohbetlerin geçtiğini de ekleyelim. Ve, buradan hareketle başka bir soru soralım; Bir sanat eserini sevmenizde sanatçının etkisi nedir? Yani sanat ve sanatçıyı birbirinden ayırmamız gerekiyor mu? İşte bu yazımın kahramanı, tam da bu soruya verilecek bir cevap niteliğinde! Belki futbolculuğu değil ama sonrasında yaptıkları onu, sahada yaptıklarını unutturmuş gibi bir algı oluşturdu. Bu yazının kahramanı sevgili okuyan, 80’lerin en büyük birkaç futbol figüründen biri, formasını dışarı çıkaran ve konçlarını aşağı indiren gerçek bir bohem: Michel Platini…
Tuval
Futbol, ortaya çıktığı zamanlardan beri her zaman parlak zihinlerin oyunu olmuştur. Pek tabii bu oyun insan deviniminden sürekli etkilenerek kendine doğal bir akış yolu bulmuştur. 80’ler ve o dönemin yıldızları bu devinimin müstesna kimseleri olarak ön plana çıkmışlardır.
İtalyanlar, Almanlar, Hollandalılar, Brezilyalılar, Arjantinliler ve İngilizler oyunun her safhasında tuvalin en güzel renklerini oluşturmuşlarsa da Fransızlar, Raymond Kopa ve Just Fontaine gibi zamanının ötesindeki yıldızlardan sonra uzun bir duraklama dönemine girmişlerdi.
Sanatçılar büyülü anların insanlarıdır. Belki de biz sıradan olanlarla aralarındaki fark da budur.
Yeniden Doğuş
Fransız futbolu, 70’lerin ortalarında ise yeşil bir tutkuyla yeniden doğmanın eşiğindeydi. Dünya giderek renkleniyordu sevgili okuyan. Ve, Fransızlar da bu renklilikten payını Robert Herbin’in Saint Etienne’iyle alacaktı. ’75/76 sezonu Şampiyon Kulüpler Kupası Finali’nde, Backenbauer’li Müller’li Bayern’e kaybetmeleri Fransızların dünya futboluna yeniden dönmelerinin en ikonik anlarından birini temsil eder. Fransızlar sanata ve sanatçıya değer veren bir topluluk olarak kaybetmelerini bile şairene gösterebilirlerdi. Saint Etienne’nin o maçta birçok topu direkten döndü. Ancak, fitil çoktan yakılmıştı.
1979 yazında Nancy’de kendini gösteren bir genç katıldı takıma. İncecik ayak bilekleri sahada bir kuğu gibi görünmesine sebep oluyordu. Çok güçlü değildi. Ancak, beyni her zaman rakiplerinden daha hızlı davranmasını sağlıyor ve sert müdahaleleri kolayca atlatabiliyordu. Muhteşem oyun görüşü her zaman doğru yerde olmasını sağlıyor. Ceza sahasına öldürücü paslar atabiliyordu. Michel Platini tam bir frikik ustasıydı sevgili okuyan. İsa’nın ölüleri diriltmesi gibi cansız toplara can verebiliyordu. Şov artık başlamıştı. 1981’de şampiyonluğa ulaştılar. Şampiyon Kulüpler Kupası tam istedikleri gibi gitmese de kulüp bazından bağımsız olarak Platini’nin ve Fransa’nın zamanı artık çok uzakta değildi.
Dört Silahşörler
Akan nehrin önünde hiçbir kuvvet duramaz. Devinim ve hareket hayatın temel kanunlarıdır. Heraklitos, aynı nehirde iki kere yıkanılmaz derken bize değişimin ve gelişimin kaçınılmaz olduğunu 2500 sene önce anlatmıştı. Metaforik anlatımlar ve genel hayat akışı bugün bizi biz yapan özellikler gibi görünse de saflık bazen en inanılmaz şeylerin ortaya çıkmasının ve sanatta doğru olanı bulmamızın bir önkoşuludur. Doğru enstrümanlarla bir araya gelmiş orkestra müziğin çılgınlığını damarlarımızda hissetmemize oldukça yararlı olur. Tabi hiçbir orkestra şefsiz olmaz.
1982’ye yeni ve büyük umutlarla giden Fransa’nın başında ise sağlam bir şef, Michel Hidalgo vardı. Saha içi ise sanki Alexandre Dumas’nın bir romanı gibiydi; Alain Giresse, Jean Tigana, Luis Fernandez ve Michel Platini. Etkileyici bir dörtlü ve sağlam bir takım savunmasıyla Fransa güçlü bir favoriydi ama grup aşamasını İngiltere’nin ardından zorla ikinci bitirmişlerdi. İkinci gruplarda ise Avusturya ve Kuzey İrlanda geçilerek yarı finalde her zaman o eski halinde olmayan Almanya’nın rakibi oldular.
Orkestra
Sanatçılar büyülü anların insanlarıdır. Belki de biz sıradan olanlarla aralarındaki fark da budur. Büyük zihinler; sahada, parkede, tuvalde ya da nota defterinde bizim göremediklerimizi gördükleri için zaten oralarda bulunmuyorlar mı? Her ne için olursa olsun İspanya sıcağı, büyük sanatçıların buluşma sahnesinin ötesinde sanki Alsace-Lorraine tarihsel geriliminin bir müzakeresine şahit olacak gibiydi. 17’nci dakikada Littbarski’nin golü Fransızların gözünü açtı ve orkestra senfonisini çalmaya başladı. Gustave Charpentier’nin elinden çıkma temiz bir melodi gibi ceza sahasına kalan Rocheteau kendini yerde buldu ve hakem penaltı noktasını gösterdi. Tüm bohemliği ve sakinliğiyle topu eline alan Michel Platini öldürücü vuruşlarından birini yaparak tamamıyla sazı eline aldı. Takımının ataklarını yönlendiriyor, adam eksiltiyor ve final için canını dişine takıyordu. Ancak, olmayınca olmuyordu. Fizik gücü hep tartışma konusu olan Platini uzatmalara giden maçta ayakta kalabilecek miydi? Elbette kaldı. Ve, 92 ve 98’inci dakikalarda iki gol atan Fransa, Almanya karşısında 3-1’i bulmuştu.
Beklenmedik Son
Her şey mükemmel gibi görünse de o günlerde Olympic Lyonnas’u çalıştıran genç teknik adam Aime Jacquet televizyon başında saçını başını yolmakla meşguldü. Çünkü, Dünya Kupası Yarı Finali’nde uzatmalarda 3-1 önde olan ülkesi bırakın tempo düşürmeyi daha fazla gol arıyordu. Yorgunluk faktörünü unutan Fransızlar, Platini önderliğinde sanat icra etmeye devam ettikçe kaçınılmaz son yaklaşıyordu. Son dakikaları her zaman iyi oynayan Almanlar, meşhur Schumaher-Battiston pozisyonunda psikolojik üstünlüğü de elde etmişlerdi. Ve, maç 3-3 biterek penaltılara kalmıştı. Fransızlar, penaltılarda kaybettiler ve buna en çok üzülen televizyonun başında “3-1’in oyunu bu değil, 3-1’in oyunu bu değil!” diye bağıran Jacquet olmuştu.
Müjde!
Dünya Kupası’nın bitişi Platini için yepyeni bir dönemin başlangıcı oldu. ’82’nin kazananı İtalya’nın direkt oyuncuları Cabrini, Tardelli, Scirea, Zoff ve Paolo Rossi gibi muhteşem isimlerin yanına önce kupanın yıldızlarından sürat ve teknik makinesi Boniek geldi. Takımın tamamlanmadığını düşünen ve esas oğlanı bulmak isteyen genç hoca Trapattoni, Almanya maçında harikalar yaratan Platini’yi fantisista olarak kadrosuna kattı. Eğer, hayatın rastlantılara dayandığını düşünüyor ve sırf Trapattoni’nin, Platini’yi Juventus’ta görmek için aldığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Trap’ın futbolculuk geçmişinin dünyanın gördüğü en büyük saf yeteneklerden biri olan Gianni Rivera’nın arkasında geçtiğini hatırlatmak isterim. Lodetti’yle birlikte Rivera’nın alanlarını dolduruyor, Milan orta sahasının tüm yükünü çekiyor ve en önemlisi Platini gibi oyunculardan nasıl verim alınacağını çok iyi biliyordu. Takımın merkezine de doğal olarak onu koydu. Boniek, Platini ve Rossi’den oluşan bu ölümcül hat Serie A’yı darmaduman etmekte geç kalmamıştı. Fakat, ’83 sezonunda Nils Liedholm’ün muhteşem Roma’sına karşı ligi kaybetmişlerdi. Juventus hayal kırıklığı yaşasa da teselli yine sanatçısından gelmişti. Platini aynı sezon ilk Ballon D’or’unu kazanarak ’84 Avrupa Futbol Şampiyonası’nda olacakları müjdeliyordu.
Bazen olmazsa olmuyordur ve ne yazık ki hayat bu konuda oldukça acımasızdır. Ne kadar büyük bir sanatçı, kaptan veya lider olursanız olun her şey sizin elinizde değildir.
Sembol
1982’deki bozgunu unutmamış olan Hidalgo ve öğrencileri kendi evlerindeki turnuvada Avrupa’nın en iyi oyuncusu önderliğinde sıkı hazırlanmışlardı. Hayat biraz böyledir. Geçmişten aldığınız dersler, size vakti geldiğinde doğruları yapmanız için sağlam bir uyarıcı etkisi yapar. Her hata, her yaşanmışlık ve her acı tecrübe karakterinizi olgunlaştırır ve perspektifiniz değiştirir. Bu anlamda sanat da hayata benzer. Salvador Dali ya da Picasso zirveye ulaşmak için aynı resmin binlerce defa eskizini çalışarak mükemmele doğru yol aldılar. Her ne kadar doğaçlama, insana kendini özgür hissettiriyor olsa da yolun sonundaki hedef size bazı şeyleri hafife almamanız gerektiğini tekrar tekrar hatırlatır. Fransa Milli Takımı ve Platini için de bu geçerliydi. En büyüklerin sahnesi Serie A’da fizik gücünü ve saha içi taktiksel alanları daha çok hazmetmiş olan Platoche, liderliğini takımın her zerresine kabul ettirmiş görünüyordu. Gruplar kolay geçildi. Yarı finalde ise Portekiz elendi. Ve sonunda finalde pasın ustası İspanya da sahaya gömüldü. Platini turnuvada tam 9 gol atarak dünyanın en iyilerinden biri olduğunu kupayı kaldırarak ilan ediyordu. ’84’te tekrar Ballon D’or’u kazandı. O artık belki de Fransa için Eiffel Kulesi gibi bir simgeydi. Tüm turnuva boyunca izleyenleri mest etmişti. Saf yeteneğin büyüsünün sarhoşluğundan tam olarak ayılmamış olan Avrupa, muhteşem bir sezona kendini hazırlamalıydı.
Heysel
Juventus’un artık şampiyon olacağından hiç şüphe yoktu. Trapattoni’nin muhteşem oyun planı içerisinde çok fazla koşmadan ve sanatının nadide örneklerini sunarak takımı sırtlıyordu Platini. Serie A gol kralı olarak tamamladığı sezondan sonra hedef belliydi. Juventus yıllardır özlemini duyduğu Kupa 1’e artık ulaşmalıydı. Sürpriz olmasa gerek Juventus turnuvanın en büyük favorilerden biri konumundaydı. Sırasıyla Fin temsilcisi İlves, İsviçre’den Grasshopper, Çekoslavak Sparta Prag ve Platini’nin çok sevdiği Tigana ve Gires’in takımı Bourdeux geçilerek bir Avrupa devi olan Liverpool karşısında finale çıkıldı.
Tabi o ana kadar kimse bu finalin bir trajedinin ana öznesi olacağını bilmiyordu. Heysel Stadı’nda oynanan final malum olaydan ötürü -ki bu olay kesinlikle başka bir yazının konusu olacaktır- buruk bir şekilde oynandı. 56’ncı dakikada Platini’nin penaltı golüyle Juventus tarihinin ilk Kupa 1’ine uzanıyordu. Michel Platini tabloyu tamamlamıştı. 85 yılında tekrar kazandığı Ballon D’or, onu bu ödülü üst üste 3 defa kazanan ilk oyuncu olarak tarihe geçiriyordu. Bir sanatçı için fazla gurur verici bir an!
Tarih Tekerrür Eder!
Artık sıra dünyanın zirvesine gelmişti. ’82’deki acı hatıra ’84’te zafere dönüşünce Dünya Kupası almak Fransa ve Michel Platini için makul bir hedef gibi görünüyordu ama orada da karşısına döneminin en büyük oyuncusu çıkacaktı.
80’ler futbolu demek Maradona ve Platini demekti sevgili okuyan. İtalya’nın kuzeyiyle güneyi iki büyük 80’ler ikonuna ev sahipliği yapıyor ve Juventus ile Napoli taraftarları arasında Michel Platini mi? Yoksa Diego Maradona mı? tartışmaları durmaksızın devam ediyordu. Bunu anlamanın en iyi yolu ise Meksika’nın sıcağından geçiyordu. Takımlarını sırtlayan iki 10 numaranın destansı mücadelesi ülkelerinin formaları altında devam ediyordu. Fransa grup etabının ardından İtalya’yı, çeyrek finalde ise Brezilya’yı geçince Platini için en büyük olmak yolundaki tek hedef bir tramvanın yeniden canlandırılması olacaktı. Rakip aynı, kıta farklıydı. Almanya yine bölüm sonu canavarı olarak görevini layıkıyla yaparak Michel Platini’yi, Maradona’yı televizyondan izlemek üzere eve gönderdi.
Her Veda, Aslında Yeni Bir Başlangıçtır
Bazen olmazsa olmuyordur sevgili okuyan ve ne yazık ki hayat bu konuda oldukça acımasızdır. Ne kadar büyük bir sanatçı, kaptan veya lider olursanız olun, her şey sizin elinizde değildir. Sonuna kadar zorlarsınız, canınızı dişinize takıp her yolu denersiniz ama olmayınca olmuyordur işte. Böyle anlarda insan ayakta kalamaz. Hedefe odaklanmışken o travmayı tekrar yaşamak sizi aşağıya çeker. Ancak, üst düzey spor böyledir. Büyük hezimetler yaşamadan büyük zaferler kazanamazsınız. Her travma sizi siz yapan bir parçanızı yaratır ve ancak böyle gelişirsiniz. 1986 yazından sonra yalnızca bir sezon daha kaldı sahalarda Platoche. Sonrasında yoruldu ve bıraktı. Sonuçta her sanatçı bir gün o dayanılmaz doyuma ulaşıp veda etmez miydi? Ona da böyle olmuştu. ’80’ler futbolunu tanımlayan muhteşem frikikçi, 1998 yılına yani Zidane gelene kadar Fransa tarihinin en büyük sanatçılarından biri olarak rakipsiz kalmıştı.
Değer
Şimdi başta sorduğum soruya dönme zamanı. Bir sanat eserini içselleştirirken onu sanatçısından bağımsız bir şekilde düşünebilir misiniz? Futbolu bıraktıktan sonra özellikle son birkaç yıl içinde tartışmalı bir figür haline dönüşüp; adı şike skandalları, rüşvet iddialarıyla birlikte anılan futbol dünyasının gelmiş geçmiş en büyük saf yeteneklerinden birini nereye koyacağız canım insanlar? Buradaki argümana çeşitli yönlerden makul cevaplarınız elbetteki vardır. Hatta benim kişisel olarak şöyle bir düşüncem var; Sanat eseri icra edildikten sonra ustasının kontrolünden çıkar. Ona o menkul değeri biz veririz. Yorumlarımız, ona bakış şeklimiz ve sanata olan zaafımız sonraki şeylerin de pek hatırlanmaması gibi bir durum yaratır. Sonuçta biz futbolseverler için Platini her zaman o sahadaki bohem sanatçı olarak kalmayacak mı? Çünkü insan platini eminim ki kimsenin pek umrunda değildir!