“Dış basın turumuzda sıradaki durak İtalya efendim. La Gazetta dello Sport’un haberine göre…”
Bu ifade bize hiç yabancı değil. İtalya’yla olan uzun geçmişimiz ve onların Calcio’suna duyduğumuz hayranlık, bizi ister istemez bu imparatorlar ülkesini yakından takip etmeye sürüklemiştir her zaman… En çok da “La Gazzetta dello Sport”u bilir Türk spor izleyicileri… dello Sport’un arkasında ise bir spor basını imparatoru vardır. Asi, sözünü sakınmayan ve güçlü bir duayen: Gianni Brera!
Sertlikten Beslenen
Dünyaya gözlerini açtığında ülkesi İtalya henüz bir cumhuriyet değil, bir krallıktı ve bu krallık, I. Dünya Savaşı’nın yıkımından henüz tam olarak kurtulamamıştı. Taşradaki hayatı, buradaki her çocuk gibi geçmekteydi. On dokuzuncu yüzyılın sonunda popüler olmuş, eğlenceli bir oyunun hayranıydı. Bütün dünyanın (Amerikalılar ve İtalyanlar hariç) futbol dedikleri lakin İtalyanların kendilerine göre adlandırdıkları Calcio’su Gianni’yi oldukça etkilemişti. Lakin Gianni biraz düşünmeyi seven de bir çocuktu; ki ileride çokça futbol üzerine düşünecekti. Haliyle, oyun hakkında düşünmek onu oynamaktan daha çok cezbediyordu.
Yirminci yüzyıl, dünya tarihinin en kaotik dönemlerinden biri olarak müstesna bir yer edinirken İtalya, ilk savaşın yıkımını henüz atlatamamış, bir de üzerine Mussolini belasını başına almıştı! Bir anda kendilerini daha yıkıcı bir kıyımın ortasında bulmuşlardı. Bu süreçte eğitimine devam eden Gianni Brera, küçük yaşlardaki düşünme yeteneğini siyaset bilimi okuyarak taçlandırmıştı. 1943 yılındaki mezuniyetinin ardından o dönemki her genç insan gibi eline silahı aldı. Artık, İtalya Direniş Hareketi’nin bir mensubuydu. Savaşta geçirdiği zamanlar, Gianni’nin ileriki yıllarda çok sert yazılar yazmasına da sebep olacaktı. Hatta İtalyanların altın çocuğu Gianni Rivera için “Savaş döneminde iyi beslenememiş, tıknaz ve zayıf. O yüzden bu fizikle futbolcu olması zor” diyecek ve yakın arkadaşı Nerea Rocco’dan bayağı tepki görecekti. Ama Gianni buydu; lafını esirgemeyen, düşündüğü doğrultuda hareket eden bir savaş kuşağından geliyordu ve Calcio’yu başka şekilde anlaması da düşünülemezdi.
Tatlı – Sert
1945’te savaş bittiğinde, bütün dünyanın normalleşmeye ihtiyacı olduğu gibi Gianni’nin de normalleşmeye başlaması elzemdi. Postallarını çıkarıp takım elbisesini giydi. İstikamet İtalya’nın ilk günlük spor gazetesi olan La Gazetta dello Sport’idi. İtalyanlar oyunlarına çok kıymet vermekle beraber kendilerini bu oyunun en iyi oynayanları olarak görme noktasında da çok haklıydılar. Sonuçta (her ne kadar zamane rejimi ve ilerici bir teknik direktör olan Puzzo etkisi varsa da) 1934 ve 1938’de kazanılan iki Dünya Kupası onları, o ana kadar dünyanın en etkili futbol ülkesi yapmıştı. Bilindiği gibi basın da değişen dünyanın ana bileşenlerinden biriydi. İtalyanlar, basını da etkili bir şekilde kullanıyorlardı. İşte bu ortamda Brera, kendini spor basınının içinde bulmuştu.
Kalemi çok etkileyiciydi. Lafı hiç uzatmadan gediğine yerleştirme konusunda büyük bir üstat olarak görünse de bazen sanatsal ve ağdalı dili, onu çağdaşlarından ayırmakta oldukça belirgin bir unsurdu. Örneğin bugün teknik futbolcuları tanımlamak için kullandığımız “kadife ayak” tabirini ilk defa Giuseppe Meazza için kullanmıştı kendisi. Calcio’yu oluşturan unsurları tanımlamak istiyordu Brera. Bu açıdan oyunun dilinin de İtalyanca olması gerekirdi, zaman ise iki Milanolu’nun fırtına dönemleriydi. Rocco ve Herrera’nın farklı anlayışlarla sahaya yansıyan Catenaccio’nun kilit oyuncusu olan en arkadaki oyuncu için İngilizler’in kullandığı Sweeper kavramını İtalyanlaştırdı. Artık o oyuncunun adı; özgür adam, yani Libero’ydu. Milan ortaya çıkana kadar İtalya’nın en büyük maçı her zaman (özellikle 60’lardan itibaren) Juventus-İnter maçlarıydı. Basının pazarlama gücünü ve yeni dünyanın markalara zaafını bilen Gianni, bu maça bir isim verdi. Bundan böyle bu en önemli maçın adı Derby D’Italia (İtalya Derbisi) olarak anılacaktı.
Keskin Kalem
Bu kadar yenilikçi ve ülke futboluna yön veren birinin tek yönlü olması düşünülemez. Brera, bir futbol düşünürü olduğu kadar aynı zamanda tartışmaları başlatan kişiydi de… En büyük düşmanı ise yukarıda bahsetmiştim (izin verirseniz bu parantezi biraz açalım): Gianni Rivera. 60’lı yılların sonunda Rocco’nun Milan’a gelmesi, Rossoneri’nin yükselişinin de başladığı andır. Liedholm’lü, Maldini’li, Trapattoni’li, Lodetti’li takımın beyni, kısa boylu çelimsiz bir genç fantisista olan Gianni Rivera’ydı.
Altın Çocuk lakaplı Rivera, Milan’ın oyun kurma görevini layıkıyla yerine getirse ve 1969’da Ballon D’or’u kazansa da Brera’ya göre çok büyük bir eksikliği vardı: Güçlü değildi. Brera, futbolun hızla ve güçle oynanması taraftarıydı. Dolayısıyla ona göre İtalya’nın en iyi “Fantisista“‘sı İnter’in şahsına münhasır oyuncusu Sandro Mazzola’ydı. Mazzola, Rivera’ya göre daha uzun ve daha güçlü bir oyuncu olsa da onun kadar yetenekli değildi. Tam da bu tartışmaların göbeğinde bütün İtalya’daki en önemli soru; 1970 Dünya Kupası’nda ne olacağıydı. Rivera’nın oynamasını destekleyen Rocco’cular ve Mazzola’yı destekleyen Breracı’lar olarak ikiye bölünen ülke futbolu, Rivera’nın ikinci ciğeri olarak bilinen Lodetti’nin de takımdan çıkarılmasıyla iyice karışmıştı. Hatta kendisine karşı bir komplo kurulduğunu düşünen Rivera, takımdan ayrılmayı kafasına koymuştu. Onu bu kararından vazgeçiren ise ilk uçağa atlayıp Meksika’ya giden manevi babası Nerea Rocco olmuştu.
Medya’nın Gücü
Rivera krizi çözülse de gözler yıpranan takıma nasıl bir çözüm bulacağı merakla beklenen teknik direktör Valcareggi’ye çevrildi. 1938’den sonra yapılan beş Dünya Kupası’nda da zafere ulaşamayan İtalyanların hocasının üstünde, başta keskin kalem Gianni Brera olmak üzere çok yoğun bir baskı vardı. Ama kurt hoca buna çözüm üretmişti. Bugün bile dünya futbolunda ve özellikle İtalya’da tartışma konusu olan bir karar: Stafetta (Bayrak değişimi). Buna göre maçların ilk yarısına daha güçlü ve hızlı olan Mazzola’yla başlanacaktı. İkinci yarı yorulan rakibi açmak için Rivera sahaya sürülecekti. Bu dahiyane fikir(!) başta Milanlılar olmak üzere pek çok kişiyi memnun etmese de Brera ve destekçileri Rivera’yı medyanın gücüyle ikinci plana itebilmeyi başarmıştı.
İtalya’da futbol, aslında sadece saha içinde oynanan bir oyun değildir. Gücün ve propagandanın zirvesi olan oyunun bileşenleri arasında; özellikle İtalya’daki büyük aileler ve basın da vardır. Bunun gayet farkında olan Brera, Kuzey İtalya’nın en büyük takımı olan Juventus’un başkanı Agnelli ile ciddi münasebetler kurmuştu. Sınıf ayrımının ve etkileşimin doruk noktasına vardığı zamanın stadyumlarında; aslında ortak bir İtalyan kültürü oluşmuş ve daha sonralara kötü sirayet edecek (1980 Tottonero ve 2006 Calciopoli gibi) bir futbol imparatorluğunun temel bileşenlerinden biri haline gelmiştir.
Tutkulu Kalem
Taktikler, Brera’nın tutkusuydu. Bir spor yazarı olarak belki de ilk defa taktiksel analizler yapıyordu. Oyunun saha dışındaki akışı kadar saha içindeki akışıyla ilgili düşüncelerini de ciddi analizler olarak sunuyordu. Centrocampista’ların (orta saha oyuncuları) nasıl oynamaları gerektiği, pozisyon oyunu ve alan oyunu arasındaki farklar, santrforun yaptığı katkılar, geriden oyun kurulumu, kanatların işlevselliği gibi konularda Calcio’nun daha da gelişmesi gerektiğini yazılarında defaatle belirtmişti. 1950’lerden itibaren İtalyan Calcio’sunun merkezi olan Coverciano’da geliştirilen tüm taktiksel yapıların ve yetiştirilen hocaların kalitesi, onun için önemli bir beslenme noktasıydı. Ağzında artık ikonikleşmiş purosu ve takım elbisesiyle 70’lerin ünlü Cagliari’sini, 80’lerin Napoli’sini izlemekten keyif alıyordu.
Futbolcu olarak ise en büyük tutkusu Arjantinli süper star Diego Maradona’ydı. Bu tutkuyu şu sözlerle ifade etmişti: “Maradona, tüm saf issolar gibi, kendi özeline dikkat eder; ancak bu, kendi içinde mükemmelleşerek, genellikle büyük bir parçası olduğu takımı da yücelttiği anlamına gelmez. Aslında Maradona güçlendirilmiş bir on bir yüktür; kimse bunu belirterek bir şey keşfetmez. O bir pelota dehasıdır, ön yargılı buluşta, teknik uygulama ve fantazide. İyi bir sebeple, o takım için oynadığı gibi takım da onun için oynamalıdır. Ancak, adını hak eden on bir rakibe kendini dayatmayı tek başına hayal edemeyeceği açıktır. Futbol, mükemmel bir kolektif oyundur; tüm rakiplerine karşı tek başına ayakta durabilmek için kendini kandıran, zavallı bir nesci, bir megalomanyak, dayanılmaz bir tekbencidir. Elbette Maradona aynı zamanda Primadonna’dır!”
Duayenlik Tanrı Vergisi
Futbol, oynanmaya başladığı günden beri, gerek barındırdığı oyuncuları, gerek gelenekleri, gerekse dünyaya kattığı anlamlarla birçok düşünüre sahip olmuştur. Bu düşünürlerin bir kısmı zamanında oynamış ve sonradan futbolu bırakmış kişilerden (Cruyff, Valdano vs.) oluşsa da oyunun edebi yönü pek çokları tarafından işlenmiş ve işlenmeye devam etmektedir. Gianni Brera da medyanın futbola etkisi ve ülke futbolunu başka yerlere taşımasıyla mühim bir kişiliği temsil etmektedir. Duayenler, oyunu okumada şüphesiz bizim görmediğimiz tanrı vergisi gözleriyle bizi aydınlatmaya ve tartışmaların da başlatıcısı olmaya devam edeceklerdir. Yazının sonunu ise Brera’nın yapması çok doğru olacaktır:
“Calcio dünyanın en güzel oyunudur. Ne yazık ki ya da neyse ki; calcio’yu sevenlerin hepsi bunu anlayamaz.”