Editörün SeçimiFutbolTürk Futbolu: Sodom ve Gomore

Can Bilge2 sene öncen/a38 dakika

Bir başarıyı başarı yapan onları doğru bir düzlemde devam ettirebilmektir. Bizim düzlemimiz ise yaptığımız bir şeyi iyi yaptığımızı düşünmek ve hiçbir zaman sonunu planlamamamızdır. Her şeyin en iyisini bildiğimizi düşünmemiz ve kervanı hep yolda düzme alışkanlığımız bugün bir enkazla karşı karşıya olmamıza sebep verdi; Buradan da anlaşılacağı gibi bu yazı Türk futbolu ve onun göz göre göre yıkılmasıyla ilişkilidir. Biraz canımız yanacak ama gerçeklerden kaçamayız; Çünkü, batıyoruz!

Mazi Kalbimde Bir Yaradır

2002 Dünya Kupası başladığında Türkiye elbette favorilerden biri değildi. En son 1954 yılında Roma’da, İspanya’ya karşı oynanan play-off maçı berabere bitmiş ve çekilen kura sonucu tarihinde ilk kez Dünya Kupası’na katılmıştı. O yıldan 1996 yılına kadar herhangi bir büyük turnuva görememiştik ülke olarak. Belki, ’90 Dünya Kupası’na çok yaklaşmıştık ama olmamıştı. Fakat, 80’li yıllarda Galatasaray ve Derwall’le başlayan Beşiktaş ve Gordon Milne’le devam eden atılım ve modernleşme süreci ülkenin liberalleşip serbest piyasayla tanışmasıyla bir yükseliş trendine girmesine ön ayak olmuştu. 1989’da Galatasaray’ın Şampiyon Kulüpler Kupası’ndaki yarı finalinin hemen ardından ’93 Akdeniz Oyunları’nda Fatih Terim’in milli takımının yaptıkları ve yine aynı Terim ile ’96 Avrupa Futbol Şampiyonası heyecanı, 2000’de “İçimizdeki İrlandalılar”a rağmen gidilen Avrupa Futbol Şampiyonası ve turnuvada oynanan çeyrek final doğru yolda olduğumuzu gösteriyordu.

2002’ye ise iki sene önce Galatasaray’ın kazandığı UEFA Kupası’nın ışıltısı ve özgüveniyle katılmıştık. Gruptaki ilk maçta Brezilya’ya 2-1 yenilsek bile oynadığımız futbol tüm dünya tarafından beğeniyle takip edilmişti. Son 16’da Japonya geçilmiş ve tarihinde ikinci kez kupaya katılan Türkiye çeyrek finalde kupanın flaş ekibi Senegal’le eşleşmişti. Stresli geçen 90 dakikayı bugün hepimiz dün gibi hatırlıyoruz. Uzatmalarda heyecan bizi iliklerimize kadar titretiyordu. Sahneye İlhan Mansız çıktı. Ve, altın golü bizi yarı finale taşıdı. Yarı finalde rakip tanıdıktı. Brezilyalı Ronaldo’nun golüne engel olamadık. Ve, Güney Kore’yle üçüncülük maçında galip gelerek turnuvayı üçüncü tamamladık. Türkiye kendinden bekleneni fazlasıyla vermiş ve tüm ülkeyi sevince boğmayı başarmıştı. 19’uncu yüzyıldan beri futbolun oynandığı bu ülke uluslararası futbolda sessiz geçirdiği onca yıldan sonra sonunda başarıya gidecek miydi? “Gidemedik!” Dünya, Hasan Şaş’ı, Ümit Davala’yı, İlhan Mansız’ı ve Rüştü Reçber’i konuşurken; bizim medyamız Şenol Güneş’in giyimine takmıştı. Takım elbiseleri eleştiriliyor ve oynattığı oyun beğenilmiyordu. Tam Türk işi bir kaosun sonunda 2004 Avrupa Şampiyonası’na katılamadık. Eminim “Çek Bi’ Letonya” manşetini unutmamışsınızdır. Letonya’yı çektik ama Portekiz’e gidemedik. Ne de olsa ayrılıkta sevdaya dahildi!

Oysa Bir Umuttu Hep

2002 genel seçimlerinde büyük bir halk desteğini arkasına alan Ak Parti, yıllar süren koalisyon hükümetlerinin ardından tek başına iktidara gelmişti. 90’lı yıllar Özal dönemi politikalarının ülkeyi getirdiği ekonomik enkazın toparlanmasıyla geçmişti. Ama, bu miras 2001 krizinde artık toparlanamayacak bir noktaya ulaşmıştı. Ekonomik özgürlük vaadeden, Avrupa Birliği üyeliği yolunda net ve kararlı adımlar atmak isteyen Ak Parti hükümeti ülkeye refah ve mutluluğun geleceğini vaat ediyordu. 2001 krizinin yıkıcı etkilerini Kemal Derviş reformlarıyla atlatmaya çalışan Türkiye, Dünya Kupası’nda gelen üçüncülükle birlikte yeni bir umut dalgasına kendini kaptırmıştı. Ekonominin de birkaç sene içerisinde rayına oturduğunu hisseden halk ve döviz kurlarının makul seviyelere gelmesiyle takımlarımız -başlarına geleceklerden habersiz- ciddi bir atılım içindeydiler. Anelka, Kleberson gibi dünya yıldızları transfer ediliyor, Del Bosque, Daum ve Zico gibi hocalar ülkemiz takımlarının başına getiriliyordu. Yayın ihaleleri ve ürün satışıyla kasası dolan kulüplerimiz paralarını har vurup harman savurmakta bir beis görmüyorlardı. Her şey bu kadar güzel giderken ve ülke ekonomik bir iyileşmeye gidince sanki yıllardır arzuladığımız yerlere ulaşacağız hissiyle futbolumuz da artık olmak istediği yerlere gelecek gibi görünüyordu. Bu ahval ve şerait altında 2006 İsviçre felaketi yaşansa da Türkiye kendini 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası’nda buluverdi.

Anlık Başarılar

1996’da ilk kez katıldığımız Avrupa Futbol Şampiyonası’ndan sonra ciddi bir gelişme gösteriyor ve neler yapacağımızı herkese ispatlamak istiyorduk. Aslında tam bu noktada bir parantez açmak doğru olacaktır; Dünya’nın büyük futbol ülkeleri -İtalya, Brezilya, Almanya, İngiltere, Hollanda, Arjantin ve Fransa gibi- başarıya giden yolda en önemli noktanın altyapı eğitimleri ve bu eğitimi verecek hocaların olduğu bilincine daha 20’nci yüzyılın başlarında varmışlardı. İtalya’da Coverciano, Fransa’da Clarie Fontane ve Almanya’da Köln Futbol Akademisi gibi kurumlar hem düzgün altyapı eğitimleri vererek ihtiyaca müspet oyuncular üretiyor hem de bu üretimleri yapacak hocaları yetiştiriyordu. Ayrıca, Santos, Atalanta, Rennes, Newels, Southampton ve Dortmund gibi kulüpler zengin altyapı gelenekleri sayesinde yurt içine veya dışına birçok oyuncu yetiştirerek sağlam bir futbol geleneği inşa etmişlerdi. Bizde ise durum biraz farklı işliyor. Yetiştirmek, kelime olarak hepimizin önem verdiği bir olgu olsa da önemli olan her zaman jenerasyon ve ülkeyi sürükleyen büyük takımların form durumları milli takımımızın performansını etkileyecek ana etkenler olarak ön plana çıkmaktadır.

2008’de de aynen böyle oldu. Tuncay’lı, Arda’lı, Nihat’lı, Volkan’lı milli takımımız o sene Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finale kadar ulaşan Fenerbahçe’nin yıldızları üzerine kurulmuştu. Aslında bu ciddi bir ikilemi de beraberinde getiriyordu; ülke futbolu kendi müstakil yapısı içerisinde mi bu şampiyonalara katılıyor yoksa lokomotif ekipler üzerine kurulan yapılar mı bu başarıları getiriyordu? Aslında hem 2002 örneği hem de 2008 örneği cevabı veriyordu. 1950’lerden beri süren “ekol olmalıyız” tartışmaları ve hala bu yolda bir arpa boyu yol kat edememiş olmamız kesinlikle kendi yapımıza sahip olamadığımızı gösteriyordu. Haddi zatında 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası bunu kanıtlar nitelikteydi… Hepimiz o gün çılgınlar gibi bu zaferleri kutlamış olsak da içimizde bir yerde başarıların sürdürülemeyeceğini biliyorduk. O mucizevi Çek Cumhuriyeti maçı, akıl almaz Hırvatistan zaferi, elimizden kaçırdığımız Almanya ve “biz bitti demeden bitmez” sloganları o günlerde kaldı. Önümüze bakma konusunda 20 yıldır inanılmaz bir çöküş içinde olduğumuzdan geçmişin pırıltılı günlerinde aradığımız teselliler bize hiçbir zaman doğru yolu göstermeyecektir. İlerleyen süreçte bunun ne kadar doğru olduğunu tekrar tekrar gördük. Bizi öldürmeyen acılar yatağa mahkum etmeye devam ediyor. Çünkü, güçlenmeyi kabul edemiyoruz ve etmedikçe batmaya devam ediyoruz. Gemi su alıyor sevgili okuyan… Neyse biraz da kulüplere bakalım.

Futbola Giriş 101

Başarmanın temel kuralı hepimizin bildiği gibi doğru adımları atmaktır. Sepp Piontek’in milli takıma, Jupp Derwall’in Galatasaray’a, Gordon Milne’in Beşiktaş’a geldiklerinde ilk istedikleri şeyler sahaların çimlendirilmesi ve ileriye dönük altyapı organizasyonlarının kurulmasıydı. Günlük başarılardan ve geçici çözümlerden kaçan bu büyük zihinler, doğru yapılanmalarla zafere gitmenin akılcılığına kendini adamış kimselerdi. Bu amaçla daha 1970’lerin başında Beşiktaş altyapısında çalışmalara başlayan Serpil Hamdi Tüzün ve dünya futbolunu yakından takip eden Adnan Dinçer gibi efsaneler Türkiye’de eksik olanın organizasyon olduğunun farkındaydılar. Bursa, İzmir, Ankara ve Trabzon gibi kentler güçlü gelenekleriyle emsal yetenekler çıkarsa da kendimize olan gereksiz özgüvenimiz nedeniyle bir türlü sistematize olamamış, kulüplerimiz başarıyı hep günlük çözümlerle sağlamışlardı. 90’lı yılların sonunda başlayan yayın ihaleleri ve kulüplerin ekonomik rahatlamaları, öncesinde değindiğim gibi artık 2000’lerin başında ciddi atılımların da zeminini hazırlamıştı. UEFA zaferi, Şampiyonlar Ligi’ndeki başarılar ve uluslararası yıldızlarla görece atılıma giren lokomotif kulüpler ülke futboluna doyumsuz anlar yaşatıyordu. Bir hükümet politikası olarak buna kulüplere verilen sınırsız destek aslında çöküşün zeminini hazırladı. Çünkü, çöküş en tepede olduğunuzda başlar. Ve, 3 Temmuz 2011’de bir daha aşılamayacak bir kaosla tüm yapı darmadağın oldu.

Kara Pazar

2010-2011 sezonunun ilk yarısını Trabzonspor’un 9 puan gerisinde tamamlayan Fenerbahçe’de Aykut Kocaman ve Aziz Yıldırım hedef tahtasındaydı. Daha üç sene evvel Avrupa’nın en iyi 8 takımından biri olan Sarı-Lacivertliler, Zico’yla kendilerince başarısız geçen sezondan sonra yolları ayırmış ve Daum’u göreve getirmişti. Daum, Bursa’ya son dakikada şampiyonluğu kaybedince Aykut Kocaman takımın yeni teknik direktörü olmuştu. O sezon için de kimse şampiyonluktan bahsetmiyordu. Fakat, Fenerbahçe ikinci yarı oynanan 17 maçın 16’sından sahadan galip ayrılarak başarılması zor bir şeyi başararak şampiyonluğa ulaşmıştı. O sezonun sonunda güçlü kadrosuna eklemeler yapmayı düşünen Fenerbahçe dünyanın en zengin ve değerli kulüpleri arasına girmeyi de başarmıştı tıpkı Galatasaray’ın 2000’deki Süper Kupa’nın ardından avrupa kulüpler sıralamasında birinci olduğu gibi. 3 yıl önce yarım bırakılan Avrupa hesabını da kapatmak istiyorlardı ama hiçbir şey istenildiği gibi gitmedi.

3 Temmuz 2011 günü Fenerbahçe şike yaptığı iddialarıyla baskın yedi. Bu haberle Türk futbolu derin bir yara alacağı olaylar zincirinin ilk tokadını da yemiş oldu. Balon patlamıştı. Dönemin, Türkiye Futbol Federasyonu süreci iyi yönetememişti. Daha soruşturma devam ederken gayri resmi olarak şampiyon ilan edilen Trabzonspor, Şampiyonlar Ligi’ne katıldı. Şampiyonluk kupası çok büyük bir tartışma konusuna döndü. Federasyon, o dönem kabul edildiği gibi şike yapan Fenerbahçe’yi küme düşürmedi. Kupayı almadı ve Trabzonspor’la Fenerbahçe arasındaki tarihsel çekişme sporun dışında siyasi ve toplumsal bir krize evrildi. Aradan geçen 11 yıldan sonra bugün “terör örgütü” olan bir yapının kumpası olduğu ortaya çıkan 3 Temmuz, bir kulübü ve bir ligi geri dönülemez şekilde etkilemişti.

Süper Final, Süper Kaos

2010-2011 sezonunun sonundaki olayı idare edemeyen federasyon çareyi neden olduğu hala anlaşılamayan bir şekilde ligin formatını değiştirmekte buldu. 2011-2012 sezonu sonunda ilk dörde giren takımlar kendi aralarında şampiyonluk grubu maçları oynayarak şampiyonu belirleyeceklerdi. Tabii ki bu 4 takım: Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray ve Trabzonspor idi. Doğru düzgün bir çözüm üretmektense günlük çözüme sığınılınca ülke futbolundaki gerginlik daha da arttı. Finale kalan Fenerbahçe ve Galatasaray Kadıköy’de şampiyonluk maçına çıktılar. Gergin geçen maç 0-0 berabere bitti ve Galatasaray şampiyonluğunu ilan etti. Kupayı almak isteyen Galatasaray ve buna karşı çıkan Fenerbahçe’nin arası inanılmaz gerildi. Sahaya giren polis ve çıkan tribün olaylarında binlerce taraftar, polis joplarının ve biber gazlarının hedefi oldu. Çöküş artık kesin gibiydi ve Türk futbolu çareyi her zaman olduğu gibi yine gerginlikte bulmuştu.

Pazarlanabilir Ol(ama)mak

Bu noktada tekrar futbol tarihinden çeşitli referanslara ihtiyacımız olacak; İşin özünde bu oyunu izlenir kılan ve cazibesini kazandıran esas etkenler ülkenin büyük maçlarıdır. İngiltere’de Tottenham ile Arsenal arasında oynanan Kuzey Londra Derbisi, İspanya’da Real Madrid ile Barcelona arasında oynanan El Classico, Arjantin’de Boca Juniors ile River Plate arasında oynanan Superclassico, İtalya’da Milan ile Inter arasında oynanan Derbi D’ella Madonina ve yine Inter ile Juventus arasında oynanan Derbi D’italia ve Almanya’da Borussia Dortmund ile Bayern Münih arasında oynanan Der Klassiker gibi büyük maçlar dünyanın her yerinden futbol severlere doyumsuz anlar yaşatmaktadır. Türk futbolu için de Galatasaray-Fenerbahçe, Beşiktaş-Fenerbahçe, Beşiktaş-Galatasaray ve Fenerbahçe-Trabzonspor maçları gibi büyük maçların yanı sıra Göztepe-Karşıyaka, Sivas-Kayseri, Kocaeli-Sakarya gibi derbilerin pazarlanmasında berbat bir performans gösterdiğimizi söylemek abartılı olmayacaktır. Saha içi olaylardan çok saha dışı olayların merkezinde olan özellikle ilk saydıklarım dümeni iyi futboldan çok mağduriyet şovuna kırmışa benziyorlar. Her derbiden önce “bizi şampiyon yapmayacakçılar”, “üzerimizde oyunlar oynanıyorcular” ve “hakem taraflıydıcılar” arasında sıkışıp kalan Türk futbolu aslında sadece şampiyonun Şampiyonlar Ligi’ne katıldığı bir organizasyon haline dönüşmüştü. Düşüşün son halkası ise EURO 2016’da gerçekleşti.

Aile Arasında

2008’den sonra 2012’yi kaçıran Türk Milli Takımı, şampiyonaya katılan takım sayısının da artmasıyla EURO 2016 vizesini aldı. Şampiyonaya damga vuran şeyler ise Türk futbolu adına utanç vericiydi; forma ve prim tartışmaları. Milli takımımız, 1924’te ilk Romanya maçını beyaz formanın göğsüne çekilen kırmızı bir bantlı formayla oynamış ve sonrasındaki 92 seneyi bu formanın formasyonlarıyla geçirmişti. Unutmayın ki formalar takımların kişiliğinin yansımasıdır ve Türkiye o garip formalarla kişiliğini kaybetmiş gibiydi. Diğer bir konu ise bugün hala belirsizliğini korumaktadır. Çünkü, olayın kahramanları Fatih Terim, Arda Turan, Selçuk İnan ve Caner Erkin gibi isimler kamuoyunu doğru bilgilendirmeyerek, çok iptidai bir yöntemle “aile içinde çözmeyi” uygun bulmuşlardı. Olan Türk futboluna ve ona gönül veren milyonlara olmuştu.

Kalite = Seyir Zevki

2010’ların ikinci yarısından sonra yokuş aşağı ilerleyen futbolumuz, 80’lerin sonundan 2000’lerin ortalarına kadar sürdürdüğü Avrupa başarılarını yıkmaya başladı. Bunun birçok etkisinin içinde şüphesiz en büyük olanı ülkede toptan patlayan ekonomi balonuydu. İnşaat ile emlak sektörüne bağlanan beller, fiyatların yüksekliği ve dünya çapındaki ekonomik krizin kurbanı olmuştu Türkiye. AB hayalinden vazgeçilmiş, ülke yüzünü batıdan çevirmiş, günlük çıkarların ve anlamsız savaşların batağına saplanmıştı. Şüphesiz bu ekonomik buhran kulüpleri ve ülkede oynanan futbolun da kalitesini oldukça düşürmüştü. Artık daha önceleri söylendiği gibi “Katar’dan Önceki Son Durak”a varamayacak duruma gelmiştik. Tempomuz diğer liglere göre oldukça düşük, taktiksel açıdan da dünyanın en kısır ülkelerinden biri haline gelmiştik.

Tek bir formasyona ve belli kalıplara bağlı kalarak oynanan oyunun temposu dünyadaki muadillerine göre oldukça düşüktü. Süper lig topun oyunda 55:15 dakika kalma istatistiğiyle bu anlamda Avrupa’da iyi bir sırada yer alsa da oyununun temposu diğer liglere göre oldukça geride. Avrupa’nın en yaşlı ligi olduğumuz gerçeği belki de tempomuzun neden bu kadar yavaş olduğunu da açıklamamıza yardımcı olabilir. Ayrıca, yıllardır altyapı diye bağıran Türk futbolu altyapıdan en az oyuncu oynatan lig olduğunu söylemek yerinde olacaktır. 90’lı yıllardan beri Avrupa kupalarında kurmuş olduğumuz tüm yapı birkaç sene içerisinde tüm bunlara bağlı olarak çöktü. UEFA ülkeler sıralamasında sekizinciliğe kadar yükselmişken şimdi yirminciliğe gerileyerek şampiyonumuzu bile Şampiyonlar Ligi’ne direkt gönderemiyoruz. Ligin izlenme oranları yayıncılığa başlandığı günden beri en düşük seviyede ve bunlara ek olarak stadyuma gelen seyirci sayısında ciddi bir düşüş var. İnsanlar beklediklerini göremedikçe tepkileri artıyor ve takımlarını seyretmeyi bırakıyorlar. Tüm bunları bir araya getirdiğimizde resim çok daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor: “Türk Futbolu bir enkaz durumundadır”. Bundan 5 sene önce yayın haklarına 500 milyon dolar veren yayıncı kuruluş yeni ihaleyi bunun yarısından bile almaya tenezzül etmiyor. Bu çöküşün başka bir resmidir sevgilin okuyan!

Masal!

EURO 2020… dünyayı kasıp kavuran ve hepimizi evlere kapatan Covid-19 yüzünde bir sene geç gerçekleştirilen turnuvaya eleme grubundaki muazzam performansımızla direkt katılmaya hak kazandık. Dünya Şampiyonu Fransa’ya iki maçta da yenilmemiş ve doğru futbol anlayışını sahaya yansıtabilmiştik. Elimizde Altay, Uğurcan gibi mükemmel bir kaleci rotasyonu; Çağlar, Merih, Ozan Kabak gibi savuma oyuncularımız; İrfan Can, Orkun Kökçü, Hakan Çalhanoğlu gibi orta sahalar ve Cengiz, Kerem Aktürkoğlu, Enes Ünal ve Abdülkadir Ömür gibi yetenekli hücumcularımız vardı. Turnuva hakkında özellikle yurtdışında yapılan yayınlarda Türkiye, gizli favori olarak gösteriliyor bu kaliteli kadronun Şenol Güneş yönetiminde başarıya ulaşabileceği konuşuluyordu. Basınımız çoktan şampiyonluk şarkılarına başlamış ve takım için her şey güllük gülistanlık hale gelmişti. Ama, turnuva başladığında hiçbir şeyin beklediğimiz gibi olmayacağını anlamamız uzun sürmedi. Açılış maçını turnuvanın ev sahiplerinden ve turnuvayı şampiyon tamamlayacak olan İtalya ile Roma Olimpiyat Stadı’nda oynayacak ay-yıldızlılardan beklentiler yüksekti. Türkiye, eleme maçlarından çok farklı bir görüntü çizerek maçı 3-0 kaybetti. İsviçre ve Galler’e de diş geçiremeyince gerçeğin acı tokadı yüzümüzde patladı. Grupta tek gol atabilmiştik. Silik futbolumuz tüm dünyayı şoke etmişti. Fakat, ülkede tartışma yine aynıydı; bireyler üzerinden tartışma sürüyordu. Altay mı? Uğurcan mı? soruları; Hakan Çalhanoğlu’nun kulüp performansını milli takıma taşıyamaması ve Şenol Güneş tartışmaları. Yine kendi iç buhranlarımıza dönmüştük. Halbuki aslında olan çok açıktı; Avrupa temposundan çok uzaktık. Taktiksel açıdan bir derinliğimiz yoktu ve hep dışarıya ait olan bir dolu yöntemi kullanıyorduk. Kendi yöntemini geliştiremeyen tüm yapılar çökmeye mahkumdur. Hatta turnuvadan bir süre sonra Şenol Güneş yaptığı basın toplantısında dişe dokunur hiçbir şey söylememiş ve gerekli açıklamayı kamuoyuna değil, federasyon başkanına yapacağını söylemişti.

Tutarsızlık

Çöküş sadece yapının içerisinde değil, aynı zamanda yapıyı yöneten organda da hissediliyordu. 2021-2022 sezonu devam ederken her zaman olduğu gibi MHK başkanı istifa etti ve yerine gelen yeni kurul Cüneyt Çakır, Fırat Aydınus gibi önemli hakemleri lig devam ederken klasman dışı bıraktı. Kulüpler bu durumu anlamsız bulurken TFF ve MHK herhangi bir açıklama yapma gereği duymadı. Daha önce oyun oynanırken kuralları değiştiren ve pandemiden dolayı oluşan siyasi baskılar nedeniyle küme düşmeyi kaldıran TFF, hakem olayında da hiçbir şekilde müdahil olmadı. Ahmet Kaya şarkısında söyledinği gibi: “Nereden baksan tutarsızlık, nereden baksan ahmakça” bir olayın içerisinde ve böyle kaotik ortamda başarı nasıl gelebilir ki? Gelmiyor da zaten…Ve bu sistem kökünden değişmediği sürece, liyakat ve güvenilir bir ortam sağlanmadıkça durum kötüleşmeye devam edecek, ne acı!

Yarım Kalanlara Rağmen…

Ligi bilen hoca, tecrübeli yabancı, sert bir başkan, aynı tip oyuncular ve yanlış yapılanmalarıyla ünlü kulüplerimiz bugün hak ettiklerini yaşıyorlar. Taraftarın stada gelmesini isteyen kulüpler; taraftarlarına düzgün bir futbol seyrettirmek yerine onları günlük siyasetin bir parçası haline getiriyor. Kim-Min Jae, Szalai, Nwkaeme, Vida, Marcao, Vedat Muruqi, Arda Turan ve Cenk Tosun gibi oyuncuları daha çok yetiştirmek ve kariyerini ilerletmek isteyen oyuncuları keşfetmeye yönelmek de bir yol. Elbette, bu yolu tercih eden kulüplerimiz de var. Ancak, Türkiye’de hiçbir şeye zaman yok. Belki zamanın olduğu bir yerde, yarım bırakılan hesaplar kapanabilir; kim bilir!

Can Bilge

Bunları da Okuyabilirsiniz

VSPOR DERGİSİ

Tutkunu olduğumuz bu sevdaya delicesine ilerlediğimiz bu yolda sporun kitleleri tek bir noktada birleştirdiğine inanlardanız: Zafer (Victory). Sporda başarılı olmanın bir branşta kazanılan zaferin ne demek olduğunu en iyi anlayanlar belki de spor aşkına sahip olan insanlardır. Lebron James’in, Jordan’ın, Boliç’in, Sergen Yalçın’ın ve Kobe Bryant’ın kazandığı bir karşılaşma sonunda gösterdikleri reaksiyon insanlığın zafer kazanmaya ne kadar tutkulu olduğunu göstermektedir.

Abone Ol

Victory Dergi içerikleriyle ilgili e-posta bületinimize kaydolun!

victorydergi.com 2021 © Tüm Hakları Saklıdır. Tasarım & Uygulama: Aksel Gültekin