Roma Kolezyum’u… Tarih: M.S. 80.
Elli beş bin kişi onları bekliyor, inanılmaz bir uğultu var… İmparator Titus, locasından halkı selamladıktan sonra işareti veriyor. Ardından kulisin kapıları açılıyor ve zamanın gördüğü en büyük iki gladyatör Priscus ve Verus üzerlerine atılan güller eşliğinde arenanın ortasına doğru ilerliyorlar. Seremoninin ardından, imparatorun işaretiyle gösteri başlayacak… Biraz sonra bu iki dev birbirleriyle belki de ölmemek pahasına mücadele edecekler.
Roma şehri için tarihi bir gün… Tribünler tezahüratlarla inliyorken hayat bir parmağın hareketine bağlı… Bundan binlerce yıl önce de tek bir kişi kazanabiliyordu; şimdi de tek bir takım kazanıyor. Yenenin taraftarı huzur içinde mekândan ayrılırken yenileni ise garip bir hüzün kaplıyor. Değişen bir şey yok değil mi? Peki kazanan ya da kaybeden arenanın/stadyumun ortasında oyunu oynayan mı yoksa oyuna gönül verip taraflardan birini seçen mi? Sonunda ölüm olmadığı sürece kazanan ya da kaybeden hep bellidir: Taraftar!
Yeni Ürün: Futbol
Avrupa’da kentleşmenin başlangıcı 11. yüzyıla kadar dayanmaktadır. Yüksek güvenlik standartlarıyla oluşturulmuş kentler, Roma sonrası Avrupa’nın durumunun da ne olacağını üç aşağı beş yukarı bizlere göstermektedir. Kırsal bölgeleri feodaller vasıtasıyla kontrol eden krallar, daha sonraları vücuda gelen büyük sınırlar nedeniyle merkeziyetçi ve kontrolcü bir hali benimsemişlerdir. Bu durum sınır güvenliklerinin ne denli önemli olduğunu göstermiştir. Osmanlı tehdidinin de artması, bir büyük Avrupa idealini (arada yaşanan derin husumetler olmasına rağmen) her zaman canlı tutmuştur.
İlerleyen süreçte Amerika’nın keşfi, yeni deniz yollarının açılması ve ticaretin kolay hale gelmesi insanları birbirine daha çok yakınlaştırmıştır. Bugün sıklıkla kullandığımız “Dünya artık küresel bir köy oldu” kavramı da ilk olarak bu dönemlere, yani 16. yüzyılın ortalarına aittir. Sürekli bir değişim içerisinde olan insanlık, yeni hammadde kaynakları ve teknolojik ilerlemesini 18. yüzyılın sonuna doğru iyice hızlandırmıştır. Bu teknolojik ilerlemenin bir getirisi olarak da özellikle bu kaynakları en iyi şekilde kullanan İngiltere’de yeni bir kavram ortaya çıkmıştır: Endüstrileşme.
Endüstrileşmenin de doğal sonucu iş gücüdür ve dolayısıyla insanlık tarihinin en doğal sonuçlarından biri önce İngiltere’de daha sonra da tüm dünyada olağan bir durum haline gelmiştir: Köyden kente göç. Fakat bu göç diğerleri gibi savaştan ya da kıtlıktan kaçmak için değildi. Bu göç, bizzat yeni bir sınıfın doğmasına sebep oldu. Bu sınıf bizlere, unuttuğumuz ve ilk paragrafta antik bir örneğini sunduğum olgunun tekrardan canlanmasını sağladı. Kırı terk eden ve artık fabrikalarda, tersanelerde, tekstil atölyelerinde çalışan bu insanların çevresinde gelişen yeni bir oyun bugün hepimizin aşık olduğu bir şeye dönüştü: Futbol.
Aşk Hiç Biter Mi?
Futbolun gelişi yine unuttuğumuz bir şeyin gün yüzüne çıkmasını sağladı; hangi takımı tutacağız ve kimi destekleyeceğiz? Taraftarlık budur, umutsuz anlarımızın ve tatsız hayatlarımızın coşkulu bir dışa vurumu… Ya üzüleceğiz ya da sevineceğiz sevgili okuyan!
İnsan tabiatındaki temel duygulardan biri aşktır. Hepimiz birisine ya da bir şeylere aşık oluruz. Hesapsız, kitapsız, düşünmeden ve başımıza ne gelirse gelsin o aşkın peşinden koşarız. İnsan olmanın en safiyane duygusunu seçmemiz istense eminim yüz kişiden yüzü de bu soruya aşk diyecektir. Bu yüce duygunun, 19. yüzyılda ortaya çıkan futbolla yakın bir ilişkisi vardır. 11 kişiden oluşan iki takımın 90 dakika boyunca topu rakip takımın kalesine sokmayı amaçladığı bir oyunun aşkla çok alakası olabilir bence… Çünkü futbol da biraz hayat gibidir: inişler, çıkışlar, kaybedişler, kazanmalar ve en önemlisi olan rekabet her zaman oyunun temel dinamikleridir. Rekabetin oluştuğu tek yer de sahalar değildir. Dünyanın büyük futbol rekabetlerinin altında yatan sebeplerden bazıları neden temel dinamiğin taraftar olduğunu daha net görmemizi sağlıyor; dinsel farklılıklar, bölgesel çekişmeler, siyasi farklılıklar, sınıf farklılıkları…
Bir şeye bağlanmak zorundayız ve eğer ki bu futbol takımıysa çok fazla bağlanmak zorundayız. Ezginin Günlüğü grubunun ünlü şarkısında da belirttiği gibi: “Aşk hiç biter mi?/Kalır adımızla bi’ sokak duvarında/Bi’ ağaç kabuğunda, bi’ takvim kenarında/Kalır bi’ çiçekte, bi’ defter arasında/Bi’ tırnak yarasında, bi’ dolmuş sırasında”
Futbol Kimindir?
Taraftarlığın doğasında da temel insani dinamikler vardır: karşılıksız sevmek, emek vermek, kazanmak, kaybetmek. Tribünde sınıfsal farklılıklara yer yoktur. İşçi, bürokrat, profesör, mühendis, simitçi… Hepsi aynı renklere gönül vermiştir. Yukarıda bahsettiğim tarihsel sürecin başlangıcında, özellikle futbol takımlarının ilk ortaya çıktığı İngiltere’de; hafta içi çalışan insanların, hafta sonu tek eğlencesi olan futbol, tamamen bir işçi sınıfı eğlencesi olarak dünyaya gelmiştir. Liverpool, Manchester United, Arsenal gibi takımlar, bu bölgelerde yaşayan işçilerin fabrikalarından doğmuş kulüplerdir.
Sınıfsız Oyun
Yirminci yüzyıl her ne kadar bu soruya cevap aramak için pek doğru bir yer olmasa da özellikle ikinci yarısı için cevaplanması gereken birçok nokta olduğu da aşikârdır. İki tane dünya savaşı atlatmış olan dünyanın artık normalleşme dönemine girmeyi beklemekle beraber, bu normalleşmenin en önemli ayağını yine rekabet, futbol ve taraftarlık oluşturmaktadır. Kümülatif olarak desteklenen futbol takımları, savaş sonrası kuşağın ve onları takip eden bizlerin sosyalleşmesi için en doğru noktalar olarak ön plana çıkmıştır.
Hayatın doğal akışı gereği birbiriyle temasta bulunmak isteyen insanoğlu, tarihin her döneminde bir spor müsabakasının taraftarı olarak stadyumlarda yerini almıştır. Yalnız bu futbolu biraz küçümsemek de olur! Çünkü o statta yerini alan birçok insan sadece takımını desteklememektedir. Hayatını adadığı değerleri, formayı, yanında omuz omuza olduğu hiç tanımadığı o kişiyi ve gerektiğinde korkmadan arbedelere gireceği grubu için de oradadır. Fabrika işçilerinden yayılan oyun, kısa sürede entelektüelleri, yazarları, aristokratları da büyüsüne almıştır. Temel Avrupa değerleri olan rekabetçilik, çekişme, tarihsel sürtüşmeler ve daha bir dolu olgu tribünlerde yerini almıştır.
Taraftarlık ve Toplumsal Etkileşim
Tribünlerde sadece kulüp takımları mı desteklenmektedir? Uluslararası futbolun milli takımlar düzeyinde İngiltere-İskoçya arasında başlaması, daha sonra olimpiyatlar ve son olarak 1930’da ilk dünya kupasının ortaya çıkması, işi sadece bir spor müsabakasında taraf olmaktan çıkarmıştır. Brezilya-Arjantin, Almanya-İngiltere, Türkiye-Yunanistan gibi uluslararası rekabetlerde normalde birbiriyle kulüp takımları için tabiri caizse kanlı bıçaklı olan kişiler, milli duygularını her şeyin önüne koyarak bir olmanın enteresanlığını da yaşamaktadırlar. Ayrıca bir formayı dünyanın en kutsal objesi saymakta da beis görmemektedirler. Bunun en sıra dışı örneği, bir taraftarla 1950 Maracana Faciası’nda Brezilya kalecisi olan Moacir Nascimento arasında yaşanmıştır. Pazarda alışverişe çıkan Nascimento, küçük bir çocuğu sevmeye yeltendiği sırada çocuğun annesi “Ona dokunma, o lanetli” diyerek oradan uzaklaşmış ve Nascimento o günü kendi ifadesiyle hayatının en kötü günü olarak anlatmıştır. İşte futbol taraftarlığı budur, sorgusuz sualsiz birini vatan haini ilan etmek! Taraftarlık sevdiğini asla kötü bir şekilde görmek istememektir.
Kadrajı tekrar Avrupa’ya döndürdüğümüzde uluslararası rekabetin milli takımlar boyutundan kulüp takımları tarafından sırtlanması, futbolu ve taraftarlığı hiç olmadığı kadar değiştirmiştir. İspanya, İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya gibi ülkelerin köklü takımlarının oynadığı, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası adını alan turnuvanın oluşmasıyla lokalizasyon ortadan kalkmıştır. Geçmişleri okullara, fabrikalara, askerlere yahut göçmenlere dayanan kulüpler artık bambaşka seviyelere çıkmıştır. Takımlarının daha fazla galibiyet ve zafer almasını isteyen taraftarlar, her yerde ve her zaman takımlarını desteklemişlerdir. Ülkeler arasındaki bu deplasman ziyaretleri, toplumsal etkileşimi hızlandırmıştır.
Artan Holiganizm
Eskiden savaşlarla ve ticaretle artan kültürel etkileşim bir futbol müsabakasında da kendini bulmuştur. Aynı amacı taşıyan ve aynı duyguları taşıyan farklı insanlar, bir futbol maçının büyüsüne kapılarak yaz/kış demeden zaferden zafere koşan takımları için kan, ter ve gözyaşı dökmüştür. Kan dökmek de bir metafor olarak değil, direkt olarak ana anlamında olmuştur. 29 Mayıs 1985’te Brüksel’de oynanacak Şampiyon Kulüpler Kupası Finali’nde Liverpool ve Juventus takımları karşı karşıya gelecekti. Maç öncesi İtalyan taraftarla İngilizler arasında çıkan olaylar bir paniğe dönüştü. Yaşanan arbede esnasında Heysel Stadı’nın duvarının çökmesiyle 39 kişi yaşamını yitirdi. Taraftarlık, stadyumlar ve daha birçok şeyin tartışıldığı bu olay sonrasında; o güne kadar stadyumlarda ihmal edilmiş olan insan güvenliği tekrar gündeme gelmiştir.
Heysel’in akabinde kendi kabuğuna çekilen İngilizler, statlarının güvenliklerini artırmakta ve değişen dünyayı da bir kez daha modernize etmekte kararlıydılar. Taraftarın modernizasyonu da bu noktada çok kilit bir noktaydı. 80’lerin sonunda artan holiganizm ve futbolda şiddet olayları, sadece İngiltere’yi değil bütün ülkeleri etkisi altına almıştı. Artık savaş alanlarında karşılaşmayan insanlar, futbol taraftarlığı adı altında en ağır çatışmaların içerisindeydiler. İtalya’da Roma ve Lazio taraftar grupları çeteleşerek siyasi fikirlerin de içinde olduğu olaylar çıkarıyor; İskoçya’da Rangers ve Celtic taraftarları, göçmenlik olgusunu ve dini farklılıklarını oyununun ana aktörü haline getiriyor ve Arjantin’de zengin kulübü River ile halk takımı olduğu söylenen Boca tribünleri vahşetin merkezleri haline geliyordu. Bir hafta sonu eğlencesi olan futbol için fazla kanlı zamanlar…
Haykıracak Nefesim Kalmasa Bile
Taraftarlık, sadece vahşet değil; yukarıda değindiğim gibi bir sınıfsızlıktır. Hafta sonu bir öğlen maçına gitmek için sabah kalkılır, geleneksel buluşma mekanlarında toplanılır, şarkılar/marşlar eşliğinde stadyuma gidilir ve topyekûn bir destek verilir. Asla yılmayan taraftarlar takımlarını desteklemek için oradadırlar. Aslında pek çoğu maçı izlemez bile. Amaç sadece gönül verilen formayı, özel olduğuna en iyi şekilde ikna etmektir. Sahadaki oyuncuların bu kalabalığı gördüklerinde, kötü oynama lüksleri olmadığının gayet farkındadırlar.
Yağmur, çamur, soğuk, sıcak fark etmeksizin her toplumsal tabakadan insan oraya aynı amaçla toplanmışlardır. Belki atılan golden sonra sarılan iki insandan biri bir şirket sahibi, diğeri ise ayakkabı boyacısıdır. Sınıfsızlık ve mekânsızlık damarlara işlemiştir. Tabii, tüm bu güzelliklerin bir sonu vardır elbette… Hayat ve dünya değişiyor; taraftarlık ve futbol da değişiyor. Değişimler ve dönüşümler ise bir sonraki bölümün konusu ama ben bu ilk bölümü taraftarlığı net olarak hissettiren bir Ajda Pekkan şarkısıyla taçlandırmaktan büyük keyif alacağım:
“Haykıracak nefesim kalmasa bile
Ellerim uzanır olduğun yere
Gözlerim görmese ben bulurum yine
Kalbim durmuşsa inan çarpar seninle”