Futbol ilginç bir oyun… Kazananlar, kaybedenler ve barındırdığı hikâyelerle hep kitlelerin ilgisini üzerinde toplamıştır. Mutlu sona bazen baş aktörler, bazen de hiç beklenmeyenler ulaşmıştır. Konumuz olan ve sevgili Batuhan Kaçar ile karşılaştırmaya çalıştığımız takımlar, bu açıdan önemli örnekleri temsil ediyorlar. Başlangıçta keyifli sohbete taraf olan takımları tanıtmak gerekir diye düşünüyorum. Bir tarafta 98’deki Dünya şampiyonluğunu, 2000’de Avrupa şampiyonluğuyla taçlandırmış; Zidane, Pires ve Henry’li Fransa, nam-ı diğer Horozlar! Diğer tarafta ise; Brian Laudrup, Peter Schmeichel ve Olsen’li kadrosuyla 92’de şampiyon olan Danimarka, nam-ı diğer Vikingler! Bir yanda favori olarak geldiği turnuvayı alanlar; diğer yanda ise büyük sürpriz yapanlar! Avrupa Futbol Şampiyonası’nda 92 yılının kazananı Danimarka ve 2000 yılının kazananı Fransa üzerine sohbetimiz sizlerle…
*****
“Mayınla Kaplı Yol”
Batuhan Kaçar: İki takımın karşılaştırmasına geçmeden önce, Fransa’nın Euro 2000’e gelirken “Son Dünya Şampiyonu” unvanını taşıdığını belirtmekte fayda var. Çünkü, son şampiyon olarak geldikleri turnuvada, dönemin otoriteleri tarafından Avrupa Şampiyonası’nın favorisi gösterilmeleri şaşırtıcı değildi.
Can Bilge: Tabii ki. Zaten 1998’de gösterdikleri performans, bir sonraki turnuvada neden önemli olduklarını da anlatıyor. Yalnız ben bu noktada belirtmek isterim ki; Danimarka, 1992 Avrupa Futbol Şampiyonası’na anlatıldığı gibi gökten zembille inerek değil, gayet bilinçli olarak katılmıştı.
B.K: Favori olarak katılmanın avantajları olduğu kadar dezavantajları da vardır. Özellikle yarı finaldeki Portekiz maçında beklentilerin altında kaldıklarını da gördük. Fakat böyle durumlarda, takımda bulunan Wiltord, Zidane, Trezeguet gibi isimlerin -ki Trezeguet, 98’de kadroda mevcuttu ama pek oynamamıştı- sahaya ağırlığını koymasıyla finale kaldılar. Yani kazanma alışkanlığı olan bir takımdan bahsediyoruz.
C.B: Ben şampiyonların kazanma kabiliyetlerine inanırım. Yalnız 92’deki Danimarka sadece kazanma alışkanlığıyla değil, ayrıca kriz anlarındaki doğru yönetme becerisiyle de ön plana çıkmıştı. Üzerlerinde de bir baskı yoktu. Bu durum, onların oyununa pozitif bir etki yapmıştı. Fransa zaten favori olarak gelmenin hakkını verdi. Bu açıdan Danimarka’nın şampiyonluğu daha değerlidir.
B.K: Futbol tarihine göz attığımızda, şampiyonluk unvanına sahip takımların daha sonra katıldıkları uluslararası turnuvalarda bu unvanın altında ezildiklerine veya beklentilerin altında kaldıklarına defalarca şahit olduk. Bu doğrultuda “Son Dünya Şampiyonu” unvanına sahip Fransa’nın, 2000’de, gerek gruptaki performansı gerekse de sırasıyla İspanya, Portekiz ve İtalya gibi Avrupa’nın ekol olmuş milli takımlarını yenmesi ve yenerken de skor olarak sürekli geriden gelmesi; bu unvanın altında oyun olarak ezilmediklerinin bir göstergesidir.
C.B: Danimarka’nın böyle bir baskısı yoktu. Yalnız, onların da zor bir yoldan geldiğini söylemek mümkün. Grubu İngiltere ve Fransa’nın üstünde bitirmiş, yarı finalde son şampiyon Hollanda’yı ekarte etmiş ve finalde de Almanya’yı yenmişlerdi. Sonuç olarak Danimarka’nın da belki bir şampiyonluk titri yoktu fakat kupaya giden yolu, mayınla kaplıydı.
Hedefle Gelmek, Davetle Gelmek!
B.K: Plajdan, hiçbir hedefi olmadan bir uluslararası turnuvaya katılmakla, “Dünya Kupası Şampiyonu” olarak katılmak arasında dağlar kadar fark vardır! Futbol, içerisinde sadece taktiksel varyasyonları değil, psikolojik faktörleri de yol olarak barındırır.
C.B: Kesinlikle katılıyorum. Ancak, belirteyim ki bu takım plajdan gelmedi. Zaten Yugoslavya’nın katılmama durumunun olduğu malumdu. Bu oyuncuların da çoğu Avrupa’nın elit kulüplerinde forma giyiyorlardı. Yani Batuhan, senin altını çizdiğin psikolojik etmenler konusunda gayet olgun ve hazırlıklılardı.
B.K: Benim bahsetmek istediğim konu; bir takımın şampiyonaya hedef koyarak gelmesiyle, davet alarak gelmesi arasındaki farktır.
C.B: Davet alarak geldikleri doğru ama eleme grubunda da Yugoslavya’nın sadece 1 puan gerisinde kalmışlardı. Zaten Danimarka, hedefleri olan iyi bir takımdı.
B.K: Eğer söylediğin kadar iyi bir takım olsaydı, grubu Yugoslavya’nın üstünde bitirirlerdi!
C.B: Bu noktada ben de şunu bir argüman olarak sunabilirim herhalde: Fransa senin de bahsettiğin üzere çoğu maçta geriye düştü. Oyununu kabul ettirmekten uzaktı ki finali de hatırladığın gibi İtalya domine etmişti. Danimarka ise baskın futboluyla şampiyon oldu.
B.K: Bir hususu hatırlatmakta fayda var. Birincisi, iki turnuva arasında dönem farkı var ve ikinci olarak ise iki takımı, oyunun hızı açısından karşılaştırmamız çok zor. Çünkü, 92 yılında farklı bir oyun vardı ki en basit örnekle oyununun temposuyla alakalıydı bu. Ayrıca bildiğin gibi, kaleciye geri pas kuralı bu şampiyonada geçerli değildi. Yani oyuncular önde baskıyı hissettikleri anda kaleciye pas vererek oyunu yavaşlatabiliyorlardı.
C.B: Bunu, şu açıdan kabul etmiyorum; bu durum bir şampiyonun değerini düşürmez. Kaldı ki bu kural yıllarca geçerli olmuş ve birçok takım mutlu sona ulaşmıştı.
B.K: Haklısın ancak dönemlerin ve oyunların farklı olduğunu, bahsettiğin baskın şampiyonların günümüzde ve 2000’de olamayacağını ifade ediyorum. Çünkü, teknolojinin gelişmesine bağlı olarak takımlar birbirlerini daha rahat analiz ediyorlar. Kontra planlar yapabiliyorlar.
C.B: Batuhancığım, benden daha gençsin ve ağzın da iyi laf yapıyor! Yalnız, senin öve öve bitiremediğin bu takım, bugün yürürlükte olmayan ve futbolun adaletini bitiren bir kuralla şampiyon oldu. Onu da ben hatırlatayım. Eğer maç penaltılara gitseydi, belki bugün İtalya ve Danimarka’yı konuşuyor olurduk.
B.K: Eğerlerle, fakatlarla, oldularla, bittilerle tarih yorumlanmaz! Fransa altın golle şampiyon oldu, kabul ediyorum. Fakat maçı domine ettiğini söylediğin İtalya, uzatma dakikalarında Fransa’nın fizik gücüyle baş edemedi. Bu da Fransa’nın turnuvaya daha hazır geldiğini ve daha çok istediğini gösterir.
C.B: Daha çok isteyen şampiyon olur, bunda hemfikiriz. Yalnız sormak isterim; Brian Laudrup’un, Peter Schmeichel’ın muazzam oyunları ve finalde Almanya gibi bir devi yıkmaları onların da çok istediklerini göstermez mi? Hem de Fransa’nın finalde yendiği İtalya’yı grupta saf dışı bırakmaları, onların ne kadar tehlikeli olduklarına dair en iyi kanıt.
B.K: Tabii ki de Danimarka’nın şampiyonluğu değerlidir. Fakat burada bir jenerasyonun hem Dünya Kupası’nı, hem de Avrupa Kupası’nı; sadece sonradan katılan birkaç oyuncuyla, yani temel anlamda aynı kadroyla kazanmasından bahsediyorum. 92’de şampiyon olan Vikingler, 94 Dünya Kupası’na katılamadı. Yani karşılaştırmaya çalıştığımız iki jenerasyon bir noktada başarılı oldularsa da, unvan koruma ve unvan sahibi olma konularında aynı kapasitede olduklarını söyleyemeyiz.
Hikâye mi, Sürdürülebilirlik mi?
C.B: Çok doğru bir noktaya değinmekle beraber, atladığın bir yeri de ben hatırlatayım; 98’i ve 2000’i şampiyon tamamlayan Fransa, 2006’ya kadar büyük turnuvalarda çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Yani burada benim altını çizmeye çalıştığım; turnuvalardaki şampiyonluk unvanını koruma ya da sürdürme olarak değil, takımların o turnuva içerisindeki hikâyeleriyle alakalı. Bu açıdan bu tartışmayı sonlandırırken sanırım şunu söylemek doğru olacak; plajdan geldiler denilen, Michael Laudrup’un olmadığı ve favoriler arasında gösterilmeyen Danimarka, çok iyi bir futbol oynayarak çok önemli bir futbol hikâyesine imza atmıştır. Bu açıdan, şampiyonluğu bir favorininkinden çok daha değerlidir.
B.K: Evet, belirli noktalarda sana katılsam da hâlâ favori gösterilen takımların şampiyon olmasını daha değerli buluyorum. Söylediğin gibi Fransa; İtalya, İspanya, İngiltere, Brezilya gibi futbolda ekol olan ülkelerden biri. Bu ekol ülkeler, belirli aralıklarla şampiyonalarda başarısız olsalar da sürdürülebilir başarı açısından hep oralarda olmuşlardır. Bu yüzden Fransa; 98 ve 2000 yıllarındaki şampiyonluklarından sonra bir duraklama dönemine girse de, daha sonra yeni jenerasyonuyla beraber tekrardan kendini toparlamış ve finaller oynayıp kazanmaya devam etmiştir. Tüm bu hususlar dahilinde Fransa’nın şampiyonluğu bana göre daha değerlidir.