Liderlik eğitimleri, kişisel gelişim kursları, motivasyon konuşmaları, drama çalışmaları, okur-yazarlık ve daha adını sayamayacağım bir sürü yöntem iletişimle ya da onun türevleriyle alakalıdır. Bu tarihin başından beri de öyledir; en eski zamanlardan beri belki en güçlüler lider olarak seçilmiştir ama bazı durumlarda liderin güçlü olması yetmez. İyi bir iletişim becerisine sahip ve elindeki insan kaynağını doğru yöneten bir lider; gücünü doğru zamanda ve doğru anda kullanmasını bilir. Bu tarz liderler her zaman tarihe geçmişlerdir; çünkü zeka, herkeste olmayan çok etkili bir silahtır.
Bu geniş çerçeveyi çizdikten sonra, konuyu futbola getirmem lazım biliyorum. Ama, zaten bir futbol yazısının konusu da iletişim olabilir. Ki burada mevzu bahis futbol dünyasının en etkili iletişim uzmanıysa… Artık, günümüz futbolunda iletişim teknik direktör boyutunda biraz geri planda kalmış olsa da Sir Alex Ferguson’ın yeri Manchester United tarafından hala doldurulamadığı gerçeği, onun ne kadar büyük bir dahi olduğunu gösteriyor.
Kendin Kalabilmek
Aslında sık sık düşündüğüm dahilik kavramının temelinde yatan çeşitli parametreleri göz önünde bulundurmamız, Ferguson’u anlama konusunda bize yardımcı olacaktır. ’80’ler, ’90’lar, 2000’ler ve 2010’ların ortasına kadar yaptıklarını doğru bir düzlemde okuyamazsak bulunduğumuz zamanın oyununu da çok iyi anlayamayacağımızı düşünüyorum. Makineleşen futbolcular, derin taktik analizler, rakibe göre çıkan dizilişler, derinde savunma, kontra atak futbolu, tiki taka vs. hep yeniliğin olduğu bir dünyada nasıl kendiniz kalabilirsiniz ki? Hem de bunu dört kuşak boyunca ve farklı insanlarla yapabilmek olağanüstü bir arka planın olduğunu gösterir. Sir, her devrin adamıdır ve bunu aynı istikrarla yapmıştır. Zaten değişen dönemdaşlarından onu ayıran nokta da budur. Peki bunu nasıl başarmıştır? Cevaplar muhtelif olmakla birlikte haddi zatında basittir. Sir Alex Ferguson bir iletişim üstadıdır sevgili okuyan! Haydi biraz hikayecilik yapalım…
Genç Fergie
1958 travmasını, Matt Busby’nin bir araya getirdiği Bobby Charlton, George Best ve Noby Stiles gibi ekstra oyunculardan kurulu kadrosuyla aşan Manchester United, 1968’de Eusebio’lu kadrosuyla lanetli Benfica’yı yenerek Avrupa’nın en büyüğü olmuştu. Armasına Anka Kuşu motifini ekleyen kırmızı şeytanlar için gösterişli bir geri dönüş anlamına gelen bu zaferin artçıları çok şiddetli olmadı. 70’lerde başlayan Leeds, Forest ve Liverpool hegomonyası sonrası ciddi bir düşüş baş göstermişti. Şehir olarak City ve United takımlarından menkul Manchester şehri en büyük rakipleri Liverpool şehrinin büyükleri Everton ve Liverpool’un gerisinde kalmıştı. 80’lere gelindiğinde ise durum cidden çok kötü görünüyordu ve fark kapanacak gibi değildi. Anka kuşu küllerin içinde debelenip duruyordu ve 1981’de göreve gelen Ron Atkinson o şaşaalı dönemlerinden uzak bir görünüm çiziyordu. Takımın sahiplerinin ise dikkatini 1983 yılında Kupa Galipleri Kupası’nda Real Madrid’i deviren Aberdeen’in teknik direktörü Alex Ferguson çekmişti. Büyük bir devi mütevazı takımıyla alt eden bu genç İskoç, takım yönetimi konusunda öne çıkıyordu. Elindeki kadrodan harikalar yaratan ve o günün klasik İngiliz oyununa doğru presi de ekleyen oyun sisteminden etkilenmişlerdi.
Artık başarısızlıktan sıkılmış bir dev olarak doğru adımlar atmak isteyen United yetkilileri, Abredeen’deki görevini İskoçya Milli Takımı için bırakan Fergie’yi bir de Dünya Kupası’nda izlemeye karar vermişlerdi. 1982’de Jock Stein yönetiminde harika futbol oynasa da şanssızlığının kurbanı olan İskoçya 1986’da da aynı sonu yaşıyordu ama Fergie’ye onay verilmişti. 1986’nın kasımında kovulan Atkinson’ın yerine Manchester United’in başına geçiyordu. Takım, tabir-i caizse dökülüyordu. Kariyeri ciddi sakatlıklarla etkilenmiş sanatçı Bryan Robson ve Strachan dışında neredeyse tamamı değişmesi gereken bir grupla karşılaşan Fergie, ilk sezonunu on birinci sırada tamamladı.
Tanrılar Kurban İstiyor
Geçiş dönemleri zordur. Hayatta bazı şeylere alışmak ve sıfırdan bir yapı kurmak her zaman zorlayıcı bir deneyimdir. Beklentilerin büyük olduğu bir yerde stres hormonu tavan yapar ve insan hata yapmaya daha meyilli bir duruma gelir. Alex Ferguson ise durumu kabullenerek; sıfırdan bir yapı kurmanın en doğru hareket olacağına karar verdi. Bu acılı ama çok şeyler vadeden bir süreç olacaktı. Altyapı hamlesi gecikmedi. 80’lerin değişen futbol ortamında takımların yaptığı harcamalar gün geçtikçe artıyordu ve United gibi geçmişini arayan birçok kulüp yanlış harcamalar sonucunda bırakın istediği yere gelmeyi bulunduğu yerden bile daha kötü bir duruma düşebilirdi. Ülke karış karış arandı. Bir sürü genç futbolcu alt yapıya alınarak geleceğin temeli atıldı.
Sabırsız taraftar, baskılı bir medya ve yaptığı yatırımın geri dönüşünü bekleyen kulüp sahipleri başarı gelmedikçe hırçınlaşıyordu. Tanrılar kurban istiyordu sevgili okuyan ve kurbanlık İsmail’in imdadına yine göklerden gelen bir koç yetişti. Dört yıldır takımın başında olan Fergie, 89-90 sezonuna başlarken kovulması kesin hocalardan biriydi. Bırakın istediği yere gelmeyi daha yol çıkamayan United cadı kazanı gibi kaynıyordu. Kupa hasreti herkesi yanıp tutuştururken sakinliğini koruyan Alex Ferguson en zor sezonuna başladı. Lig çok iyi gitmiyordu. Ryan Giggs, Billy Sharpe, Mark Hughes gibi gençlerin etrafına bir takım kurulmuştu ve Bryan Robson hala takımın beyni olma özelliğini taşıyordu.
Bu kadrodan bahsederken o sezon henüz 17 yaşında olan Ryan Giggs’e ayrı bir parantez açmak doğru olacaktır. Sol kanadın emanet edildiği bu hızlı ve teknik çocuk; dışarıdaki hayatında da en az sahadaki kadar hareketliydi. Yönetilmesi zor insanlar genelde toplum tarafından dışlanır. Alex Ferguson, Giggs’e öyle yapmadı. Kariyeri boyunca yaşayacağı birçok sorunda onu yatıştırarak, insan yönetiminin bir teknik direktör için ne kadar önemli olduğunu defalarca kanıtladı.
’92 Sınıfı
Parantezi kapatıp 1990 FA Cup’ın finaline gittiğimizde kovulmasına kesin gözüyle bakılan Fergie, United’ın ve kendi talihsizliğini tersine çevirmek adına ilk adımını atıyordu. FA Cup külleri biraz daha topladı. Zaman kazanan Fergie ertesi sezonda takımını daha önce aldığı Kupa Galipleri Kupası’na taşımıştı. 1968’de kazanılan Şampiyon Kulüpler Kupası’nın yanı artık örümcek ağlarıyla kaplanmışken bir avrupa kupasına daha uzanma ihtimali bile United’ın başarımı için çok önemli duruyordu. Bu şerait altında ’90-91 sezonunda etkileyici olmaya başlayan United, ligi altıncı sırada bitirecekti. Kupa Galipleri Kupası ise, sakız çiğneyen bu sakin adamın ellerinde Manchester şehrine iniş yapıyordu. Kısa bir süre önce gönderilmesi planlanırken aldığı bir kupayla göreve tutunan Alex Ferguson, şimdi avrupa şampiyonu unvanıyla United taraftarını selamlıyordu.
United’ın yeniden inşa dönemi de tam bu tarihe denk gelmişti. Artık yaşlanan ve zamanın futboluna ayak uyduramayan eski kadro; 92 Sınıfı olarak adlandırılan oyuncuların takıma girmesiyle bambaşka bir hale bürünmüştü. Ryan Giggs, Paul Scholes, Neville kardeşler, Nicky Butt ve David Beckham gibi gençler yeni United’ın yıldızları olarak takımı ileri taşıyacaktı. Hepsi birbirinden yetenekli ama idare edilmesi zor bu oyuncu grubunu ayakta tutmak ise Fergie için çocuk oyuncağıydı. Patron olarak adlandırıldığı United tesislerinde hemen her şeyle ilgileniyordu. Çimin boyutu, oyuncuların yeme-içme düzeni, dışarıdaki hayatları, kişisel problemleri ve arkadaşlık ilişkileri dahil oyuncuları üzerinde tam bir otorite sahibiydi. Bu özellikleri onu klasik bir Ada antrenöründen farklı bir yapıda gösteriyordu.
1992’de insan yönetiminin ne kadar üst seviyede olduğunu Eric Cantona’yı ve 1993’te Roy Kean’i kadroya katarak gösterdi. Bugün baktığımızda efsanevi oyuncular olarak gördüğümüz bu ikili aslında rehabilite olmak zorunda olan çok büyük egolardı. Büyük yıldızlar olmalarının yanında ciddi sinir problemleri ve takımlarını tehlikeye atacak yapıları nedeniyle sürekli bir riski temsil ediyorlardı. Taktiklerden ve istatistiklerden farklı bir dönemi temsil eden bu oyuncuları ehlileştirmek için yapılması gereken şey belliydi: onları yönetmek.
En Uzun 90 Dakika
Mükemmel bir yönetim sergileyen Ferguson yerini sağlamlaştırdıkça kupalar da ardı ardına geldi. Takımının üzerindeki tam hakimiyeti, çıkan sorunları çözme biçimi ve doğru futbolu oynatmaya yönelik mantalitesi onu herkesten ayırdı. ’92-93, ’93-94, ’95-96, ’96-97 ve ’98-99 sezonunda ligi kazanarak artık bambaşka bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu gösterdi.
Biz hikayecilik yapıyoruz sevgili okuyan. Koksoca Sir Alex Ferguson’u burada “ben biliyorumculuk” yaparak anlatacak değilim. O yüzden onu tanımlayan bir maçı anlatmalıyız. Tüm iletişim becerileri, taktiğinin işleyişi ve sakinlik üçgeninde geçen ’99-00 Şampiyonlar Ligi Finali, Manchester United’ın 32 yıllık hasretine son verecek olan maç mıydı? Karşılarında Bayern olmasaydı belki de güçlü oyunları onları bir adım öne çıkaracaktı ama bölüm sonu canavarı karşısında işleri çok zordu.
Camp Nou’yu dolduran kalabalık, ateşli ve heyecanlı bir şekilde karşılaşmayı beklerken Sir her zamanki gibi sakızı ağzında bir halde sakin tavırlarla etrafı inceliyordu. Maç başlamak üzereydi. 12 yıldır bu takımın başında olarak bugünler için yetiştirip sahaya çıkardığı Beckham, Giggs, Butt, Neville gibi isimleri Schmeichel gibi bir kaleciyle; Yorke ve Cole’dan oluşan ileri ikilisiyle dumura uğratacağını düşünüyordu. Otmar Hitzfeld yönetimindeki Bayern ise Şampiyonlar Ligi’nin ta kendisi olarak United’ın karşısına çıkmıştı. Effenberg, Mattheus, Janker ve Basler gibi isimleriyle korku salmaya başlamıştı ki altıncı dakikada bu korku hedefini buldu. Dünya’da Himalaya Dağları’nın zirvesine ulaşmak ne kadar zorsa; Şampiyonlar Ligi finalinde de Bayern’i yenmek o kadar zordur. Dakikalar Bayern lehine ilerlerken tecrübeli golcü Teddy Sheringham ve genç Norveçli Ole Gunnar Solskjaer oyuna girdi. Oltasını atan bir balıkçı gibi avını bekleyen Alex Ferguson sakinliğini kaybetmiyordu. Çünkü, zamanının yaklaştığını biliyordu. Bayern oyunu tutuyor, inanılmaz goller kaçırıyor ve United’ı zor durumda bırakıyordu.
Manchester United kariyerinde birçok zor maçı çeviren Ferguson’un literatüre soktuğu “Fergie Time” yaklaşıyordu ve bir mucize gerçekleşti. Güçlü duran top silahını 90+1’de Sheringam’la ve 90+3’te Solskjaer’le değerlendiren United, bölüm sonu canavarını yenerek prensesi kurtarmak için kaleye tırmanıyordu. Anka kuşu küllerinden doğmuştu. 2013 yılında bıraktığı Manchester United ise ondan sonra bir daha aynı olmadı. Van Gaal, Morinho, Solskjaer’le denenen şanslar istenilen tatmini getirmedi. Şimdi Ajax’ı küllerinden doğuran Ten Hag, United’ın başında… peki bunca hocanın başaramadığı neyi başarmıştı Sir Alex Ferguson?
İletişim
Her şeyden önce o bir yöneticiydi. 10 numarayı verdiği Beckham’ı yönetmesini bilen, Cantona’ya kariyerinin en verimli günlerini yaşatan, Giggs gibi sorunlu bir karakteri yönetebilen, Cristiano Ronaldo gibi genç bir oyuncuyu süper yıldıza çeviren ve United’ın genetiğini baştan yazan bir mühendisti. Dönem geçişlerini yakalayıp, futbol trendlerini yakından takip eden bir deha olarak taktiksel bağnazlığı hiç bir zaman olmadı. Klasik İngiliz 4-4-2, 4-3-3, 4-2-3-1 gibi dizilişleri; kontra atak futbolu, topa sahip olma oyunu, kanat oyunu ve yüksek pres oyunu gibi çeşitli mentaliteleri uygulama konusunda bir ustaydı. Liderlik konusunda her zaman iletişimin altını çizen Sir Alex Ferguson; kendine göre bir oyun yerine, oyuncu grubuna göre bir oyunu tercih eden usta bir taktisyen olarak ön plana çıktı. Fakat, onu her şeyden daha fazla öne çıkarak tek bir özelliği vardı: İletişim kabiliyeti!
Bugünün futbol dünyası belki bu kadar yoğun değişikliği kaldıramayabilir. Oyunun giderek makineleşmesi, istatistiklere boğulması ve artık yüksek analiz teknikleriyle incelenmesi, onun bir sözünü tekrar hatırlamamızı gerektiriyor: “İstatistik mini etek gibidir; her şeyi gösterir ama asıl göstermesi gerekeni saklar.” İnsanın olduğu yerde hatalar, inişler ve çıkışlar vardır sevgili okuyan. Duygusallığı insan doğasından çıkarırsanız geriye işleyen vücut parçaları kalır ve Sir Alex Ferguson her zaman ruha hitap etmeyi başarabilmiş bir futbol tanrısıdır.