Site icon Victory Dergi

Mine Kasapoğlu: Kusursuz

Chad Le Clos, Federica Pellegrini, Sarah Sjöström ve daha bir çok isim… Dünyaca ünlü birçok sporcunun fotoğraflarına baktığınızda onun imzasını görebilirsiniz. Mine Kasapoğlu, snowboard sporcusu olarak başladığı spor kariyerinde verdiği bir kararla objektifin arkasında olmayı tercih etti. Yukarıda saydığım büyük sporcuların yanında çok daha fazlası ile çalışan ve onları birer süper kahraman gibi fotoğraflayan ünlü fotoğrafçı Mine Kasapoğlu, hayat hikayesini, kariyerini ve çok daha fazlasını Victory Dergi için anlattı.

Bugüne kadar dünyaca ünlü birçok sporcu ile çalıştınız ve onların önemli anlarına tanıklık ettiniz. Spor kariyeri ile başlayan yolculuğunuzda fotoğrafçı olmaya nasıl karar verdiniz?

“Çok uzun süren bir sürecin ardından kendimi burada buldum diyebilirim. Aslında, insanlara ilk fotoğrafçı denildiği zaman hep akıllarına moda gelir. Ancak, benim için hiç öyle olmadı. Açıklamam gerekirse, üniversite eğitimimi tamamladıktan sonra zaten direk ‘ben fotoğrafçı olacağım’ diyordum. 1998 yılında ilk kez üniversitede fotoğrafçılık dersi aldım. O dönem profesyonel olarak analog fotoğrafçılık vardı. Ve, bu beni çok etkilemişti. Bir parçayı alıp onu görsel dünyada ölümsüzleştirmek bana adeta bir sihir gibi geldi.”

Türkiye Şampiyonluğu bulunan bir kayakçısınız. Ayrıca, snowboard ile ilgilendiniz. Spordan fotoğrafçılığa geçişiniz nasıl oldu?

“Her zaman spor ile iç içe olan bir ailede büyüdüm. Ailem, ben doğduğumdan beri hep sporun içindeydi. Annem eski milli yüzücü. Babam ise kayakçıydı. Çocukluğumdan hatırladığım herkes evinde diziler filmler izlerken bizim televizyonda hep spor kanalı açık olurdu. Keza dedem Turgut Atakol, Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin üyesiydi. Aynı zamanda, Türkiye Olimpiyat Komitesi Başkanlığı yaptı. Böyle bir ailenin içinde büyüyünce spor her zaman eviniz gibi olur. Herhangi bir spor karşılaşmasında olmak, salonlarda veya stadyumlarda bulunmak beni hep evimde gibi hissettirdi. Ailecek tatil anlayışımız da biraz farklıydı. Herkes denize giderken biz spor kamplarına gidiyorduk (gülerek). Yani sporun bendeki yeri her zaman çok ayrıydı. Fotoğrafçılıkla ise çok daha sonra ilgilenmeye başladım. Uzun zaman aslında spor fotoğrafçılığının yanında moda fotoğrafçılığı yaptım. Moda çekimleri yaptığım dönemde orası bana hep biraz yapay geldi. Ben gerçek bir şeyleri çekmek istiyordum. Çünkü, bir insanın gerçek yüzünü, gerçek halini ve tavrını fotoğraflamayı çok seviyordum.

O sırada tabii spor kariyerime de geri döndüm. 15 yaşında kayak milli takımına seçildim. Tabii, Amerika’ya gidince bırakmak durumunda kaldım. Amerika’da yarışmalara katılmıyordum ama sürekli antrenman yapıyor bir yandan da snowboard eğitimi veriyordum. 2006 yılında Türkiye’ye dönünce Türkiye Şampiyonası’na katıldım ve orada üçüncülük elde ettim. Seneler sonra tekrar yarışmak ve derece elde etmek çok hoşuma gitmişti. 2007 yılında ise Türkiye şampiyonluğu yaşadım. Ve, milli takıma seçildim. 2010 yılına kadar devam ettim. O sürede sürekli antrenman yapıyordum ve hiç fotoğrafla uğraşmamıştım. Ne zaman yarışmayı bıraktım o zaman o dünyayı çok özlediğimi fark ettim. Bu özlemime bir çare bulmalıydım ve o zaman karar verdim; ‘Yarışamıyorsam fotoğraf çekmeliyim’ dedim kendi kendime. 2013 yılı itibariyle tamamen spor fotoğrafçılığına odaklandım. Elbette ara dönemlerde başka işlerde yaptım ama önceliğim hep spor oldu. Ve, hala daha bu alanda yapmak istediğim çok fazla şey var. Yapmaya devam edeceğim. Mesela, Rolland Garros’da çalışmayı çok istiyorum. Yüzücülerle çalışmayı çok istiyordum. Yüzme liginin düzenleneceğini ilk duyduğumda ‘ben buranın fotoğrafçısı olacağım’ diye karar vermiştim çoktan.”

Yapmış olduğunuz bir konuşmada “Olimpiyatlara fiziksel olarak son derece hazırdım ancak zihinsel olarak o noktaya hiç ulaşamadım” diye belirtmiştiniz. O zamanı ve süreci biraz anlatabilir misiniz? 

“Evet, çünkü çok fazla antrenman yapmıştım o dönem. İsviçre’de bir antrenörüm vardı. Bana bütün antrenman planlarımı yolluyordu. Fakat, benim katılmak istediğim branş Snowboard-Cross gerçekten çok zordu. Atlama esnasında o kadar yüksekten uçuyordum ki bir süre sonra düşmekten korkmaya başladım. Artık, 30 yaşıma yaklaşmıştım. Yaşım ilerledikçe kendimde o eski cesareti bulamıyordum. Antrenmanda birkaç defa kaza yaşayınca gerçekten korktum. Bir keresinde Güney Amerika’da düzenlenen bir turnuvada önümde dünyanın en iyi snowboardçusu olan Senjo Cakovellas vardı. Kendisi bir arkadaşına ‘Korkuyorsan bu işi asla yapamazsın’ dediğini duydum. O anda ‘evet! Ben korkularımı yenemiyorum.’ Onu duymak bana yetmişti bir yerde. Fiziksel olarak son derece hazırdım yarışmaya ama psikolojik olarak korkum tüm isteğimi bastırmıştı.”

Fotoğrafçı olarak birçok kez olimpiyatlarda yer aldınız. Peki, sporcu olarak ‘keşke’ dediğiniz oldu mu?

“Açıkçası geriye dönüp bakınca ‘keşke’ dediğim hiç olmadı. Gerçekten orayı hak etmedim diyebilirim. Olimpiyatlarda, hak edenlerin yarışması gerekir. Ben katılmış olsaydım, diğer sporcular kadar iyi olamayacaktım. Benim bir Türk olarak olimpiyat kotası alabilmem için ilk 60 içerisinde yer almam gerekiyordu. En iyi zamanımda bile sıralamada 113’üncü olmuştum. O dönem aslında çok imkansız bir şeyi gerçekleştirmeye çalışmışım. Ama, geriye dönüp bakınca ’İyi ki’ diyorum. Çünkü, ne kadar zor bir şeyi yaptığımı gördüm. Bu sporcuların ne çok büyük emekler verdiğini gördüm. Zaten, spora olan en büyük hayranlığım buradan geliyor. Ben istediğim kadar çalışsam yine yapamazdım onlar gibi. İyi ki bu yolu tercih ettim. Olimpiyatlara sporcu olarak gidemedim belki. Ama, bir fotoğrafçı olarak her zaman orada yer alacağım. Hem yarışma stresim yok hem de büyük bir heyecanla onların hayranları ve ablaları olarak gitmeyi tercih ediyorum. Bunun bir yaşı yok. Çok daha iyi bir yol buldum diyebilirim.”

Spor fotoğrafçısı olarak ilk kez Salt Lake’de yer aldınız. Oraya gidişiniz nasıl gerçekleştir?

“Evet, ilk olarak 2002 Salt Lake Olimpiyat Oyunları’nda organizasyon komitesinin fotoğrafçısı olarak başladım. Oradaki bütün fotoğraf takımının asistanlığını ben üstlenmiştim. Bu ilk büyük işimdi. Ve, bana çok erken yaşta önemli bir tecrübe sağladı. O dönem hafta sonları da snowboard öğretmenliği yapıyordum. Yani, bir yandan fotoğrafçılık bir yandan öğretmenliği bir arada götürüyordum. Sonrasında, 2006’da Torino Olimpiyatları’na katıldım. 2010’da ise ilk kez Uluslararası Milli Olimpiyat Komitesi’nin resmi fotoğrafçısı olarak olimpiyatlarda yer aldım. 2010 yılına kadar hep kendi çabalarımla bir şeyler yapmaya uğraşırken 2010’dan sonra dikkatleri çekerek komite tarafından organizasyonlara katılmaya başladım.”

Spor, pek çok duygunun iç içe yaşandığı bir organizasyon. Sizin fotoğraflamaktan en çok keyif aldığınız ‘duygu’ hangisi?

“Beni, sporcuların turnuva esnasında akıllarından geçenler, disiplin, motivasyon, süreklilik ve onların kazanmak için verdikleri emek içerisindeki ruh halleri çok ilgilendiriyor. Aslına bakarsanız ben bütün yolculukla ilgileniyorum. Çünkü, sporcular sadece yarışacakları günü düşünmüyorlar. Her gün her dakika ve her saat kazanacakları anı düşünüyorlar. Olimpik sporcuların düşünme tarzları fotoğraflardaki farkı yaratıyor. Mesela, Sarah Sjöström olimpiyatlardan 8 ay önce kolunu kırdı. Sonrasında, gümüş madalyanın sahibi oldu. ‘Nasıl başardın?’ diye sorduğumda kendisi: ‘Kolum kırılınca daha çok bacaklarımı çalıştırdım. Önceden bacaklarımı hiç bu kadar çalıştırmamıştım. Sonrasında, kolumda düzelince çok daha iyi oldu’ dedi. İşte burası benim asıl ilgilendiğim. Herkesin çektiği madalyalı pozlar çok var. Orası olayın tamamen bittiği nokta. Benim ilgilendiğim nokta ise oraya gelene kadar yaşanılan tüm duygular ve hisler. Bende tüm bunların arka planını çekmeyi çok seviyorum.”

Çalışma tarzınızı nasıl anlatırsınız?

“Her zaman olayın bir parçası olmayı tercih ediyorum. Hiçbir şeye karışmadan antrenmanlar ve turnuvalar sırasında bir avcı gibi sporcuların doğal hallerini yakalamaya çalışıyorum. Onları aslında çok güçlü ve bir süper kahraman gibi göstermek istiyorum. Bir basın fotoğrafçısı değilim. Bu, beni çok ilgilendirmiyor. Ben daha çok estetik düşüncesiyle sporcuları fotoğraflıyorum. Aslında, sporcuları fotoğraflamak biraz da vahşi yaşam fotoğraflamak gibidir. Onlarla yakınlaşmanız ve güvenlerini kazanmanız gerekir. Tüm bunları başardığınız zaman istediğiniz fotoğraflar ortaya çıkıyor. Örneğin, Bruno Fratus bir keresinde: ‘Senin gibi birinin bizim fotoğraflarımız çekip bizleri böyle yüceltmesi benim yüzme istediğimi daha çok arttırıyor. Daha iyi olmak istiyorum senin fotoğrafların sayesinde’ dedi. Belki de alabileceğim en güzel övgü buydu aslında. Daha ne isteyebilirim ki (gülerek).”

Farklı perspektiflerden fotoğraf çekmeyi seviyorsunuz. Bazen çektiğiniz diğer fotoğraflardan çok daha güzel oldu bu dediğiniz oldu mu? Veya sporcu özelinde soramam gerekirse en iyi fotoğrafladığınız isim hangisiydi?

“Güzel bir şey yakaladığımda elbette heyecanlandığım oluyor. Ancak, her zaman daha iyisini yakalamanın peşindeyim. Hep daha iyisini çekebileceğimi düşünüyorum. Hiçbir zaman evet bu iş oldu demedim, diyemedim. Her zaman, bu açıdan çektik keşke diğer açıdan da çekseydik dediğim çok oluyor. Hep yapamadığım şeyler beni üzüyor. Mükemmeliyetçi olduğumu kabul ediyorum. Ama, bu sayede hep daha iyisini yaptığımı biliyorum.”

Fotoğraflamayı en sevdiğiniz branş?

“Tabii ki yüzme fakat snowboard ve kayak fotoğraflamayı da çok seviyorum. Yüzme ve kayak beni aşırı heyecanlandırıyor. Aslında, spora birazcık ilgimiz olunca yaptığımız her iş için heyecanlanıyoruz. Bir dönem Eczacıbaşı’nı takip ettim. Kızları biraz tanıyınca onların içindeki o spor aşkı ve o ateş o kadar hoşuma gitti ki tıpkı birer amazon gibiydiler. Bir dönem pehlivanların fotoğrafçılığını da yaptım. Evet dünyanın en iyi yüzücüleriyle birlikte çalıştım ama profesyonel ya da amatör fark etmeksizin bütün branşlarda çalışmayı her zaman çok seviyorum.”

Bir planlama yapılarak yani hazırlıklı çekilen fotoğraflar mı? Yoksa spontone çekilen fotoğraflar mı?

“Chad Le Clos’un, 2012 yılında olimpiyat altını aldığı anın fotoğrafını çekmiştim. Fotoğraf olarak çok enteresan bir fotoğraf değildi ama çok büyük bir durumu ifade ediyordu. Orada olmak, o anın bana yansıyan tarafını göstermek gerçekten çok hoştu. Demek istediğim fotoğrafın arkasındaki hikâye çok önemli. Ve, benim sporcularla olan ilişkimi gösteren enstantaneler benim daha çok hoşuma gidiyor.”

Mükemmel fotoğraf için ideal an ne zaman olmalı?

“Mükemmel anı hiçbir zaman anlatamayız. Ancak, zamanı geldiğinde hissedebiliriz onu. Ama, benim için mükemmel fotoğraf, içerisinde yatan bir hikayeyi barındırmalı. Arka planı temiz ve güzel olmalı. Gösterilmek istenen karşı tarafta güzel bir his bırakacak veya düşündürecek.”

Sizde en çok iz bırakan sporcu kimdi?

“Hayatımı değiştiren kesinlikle Chad Le Clos oldu. Onunla yaptığım ilk çekim gerçekten çok sihirliydi. Kendisini ilk kez Singapur’da düzenlenen gençlik olimpiyatlarında tanımıştım. 2012’de olimpiyat madalyasını alırken de oradaydım. 2016’da da oradaydım. Hatta, bana bir fotoğrafta gülümsemişti. Heralde ilk kez olimpik sporculardan biri dönüp kameraya gülümsemişti. Ched’i de ilk kez bir belgeselde izlemiştim. Asıl orada kendisinden etkilendim. Kendisini tanıyınca gerçekten daha fazla hayranlık duydum. Gerçekten çok ama çok büyük bir sporcu. Belki de o belgeseli hiç izlememiş olsam kendisi hakkında ‘evet, olimpik bir yüzücü’ deyip geçecektim. Ama, o belgeseli izledikten sonra neredeyse kendisini tanıyor gibiydim. İlk kez onu çektiğim günün akşamında yanına gidip ‘bak ben ne çektim’ dedim. ‘Hayatımda gördüğüm en güzel fotoğrafım olabilir bu‘ dedi. İşte o zaman daha fazlasını çekelim istedim. Sonrasında bu takım daha da büyüdü. Ve, takımın sahibi yüzme ligini başlattı. Bu fotoğrafları görünce de beni yüzme ligine aldılar. Ama, her şey Chad’in benimle çalışmasıyla başladı diyebilirim.”

Exit mobile version