Site icon Victory Dergi

The Triplets of Belleville: Anime Sanatı

Stress, sorumluluk, kibir hayatın kendisiyle mücadele gibi insan yaşamında hayata dair bir çok imge bulunmakta. Ayrıca, rahatlamak, keyiflenmek ya da gerilmek, öfkelenmek veya duygusallaşmak için kullandığımız ya da tükettiğimiz dememiz daha doğru olacaktır görsel ve işitsel kanallar mevcut. Bunların başında radyo, televizyon, akıllı telefonlar ve dijital platformlar gelmekte. İnsanların eğlencesi, farklı hissiyatlar yaşaması artık çok başka bir yola ve çağa evrilirken, bunun yanında global köyümüzün gelişmesi insan keyfine hitap eden seçeneklerin çoğalmasını sağladı. Gördüğümüz ve duyduğumuz olayları izlemenin en kolay ve en güzel yollarından biri de beyaz perdenin karşısına geçmektir. Sinema, hayatımızın uzun yıllardır bir parçası. Yıllar içerisinde çekim tekniklerinin gelişmesi ve birçok türün ortaya çıkması kitlelerin sevdiği türleri izleyip birbirlerinden ayrışmasına yol açtı. Sinemanın bir alt türüyken artık dünyayı kasıp kavuran animasyon filmlerinin en güzel örneklerinden biri olan The Triplets of Belleville yani Belleville Üçüzleri, Türkiye’de vizyona girdiği adıyla Belleville’de Buluşma bugün okuyacağınız yazının konusu olacak. Fakat, sinema ve anime filmler günümüze nasıl geldi? Bunlardan biraz bahsedelim.

Camera Obscura

İlk fotoğrafın nasıl çekildiğine dair sorulan soruların cevapları biraz havada kalsa da İbn-i Haytham’ın yaşadığı İslami Aydınlanma Çağı’na kadar inebiliriz fotoğrafın tarih kökeninden bahsederken. 11. yüzyılda yaşamış olan bilim insanı güneşi, elementleri ve ay tutulmalarını gözlemlerken ışığın hareketlerini fotoğraf gibi şekillere indirgemeye çalışmıştı. 15. yüzyılda Leonardo Da Vinci’nin meşhur deneyi, ışığın küçük bir delikten süzülerek dış mekanı takip etmesi gerçekleşmişti. Aynı dönemde mercek ve lens deneyleri yapan Daniello Barbaro’nun çalışmaları ise bu süreci devam ettirdi. Tabii bu tarz çalışmalar daha sonraki yıllar boyunca da devam etti. Bunlar gerçek anlamda tam bir icadı karşılamamış olsa da ilerde dünyayı değiştirecek olan görüntünün elde edilerek kaydedilmesinin temelini oluşturuyorlardı.

Bizim bildiğimiz ilk fotoğraf ise yakın dönem diyebileceğimiz 19. yüzyılda Fransız mucit Joseph Niepce tarafından 1814 yılında çekildi. Bu etkileyici olaydan sonra fotoğraf ve kameranın küçük bir kartopu şeklinde başlayan gelişimi günümüze kadar bir çığ gibi büyüdü. Hayatı, toplumu veya bireysel konuları izleyicilere sunan sinema ise 1895 yılında Fransa’da iki kardeş olan Auguste ve Louis Lumiere sayesinde başladı. Sinematograf adını verdikleri aletleriyle -günümüzdeki kameranın atası- beyaz perde üstüne aktardıkları görüntüleri hareketli olarak yansıtmayı başardılar. Bu başarının ardından yine aynı yıl çektikleri Lumire Fabrikaları’ndan Ayrılış (La Sortie des Usine s Lumiere) adlı yapımlarını gösterime soktular. Fransa’da sinemaya dair büyük adımlar atılmışken, Amerika Birleşik Devletleri’ni de bundan ayrı tutamayız. 1891 yılında Lumiere Kardeşlere paralel olarak yine sinematografa göre biraz daha ilkel sayabileceğimiz hatta fotoğraf makinesi ile kamera arası bir aygıt olarak düşünebileceğimiz Kinetoskop, Thomas Edison öncülüğünde icat edilmişti. Bu icatla aynı çizgi filmlerde olduğu gibi fotoğrafların hızlı oynatılmasıyla hareketli görüntüler elde ediliyordu. Edison’un kendi adını taşıyan şirketinin desteğiyle William Kennedy ve Laurie Dickson adlı iki mucit, bu aletin üzerinde çalışarak geliştirdiler ve kinetograf bulunmuş oldu. Yine 1895 yılında Edison’un şirketi başkent Washington’un ünlü ulusal kütüphanesini gösteren ilk belgesel niteliğindeki filmi çekti.

Tabii burada anlattığımız konular sinemanın ilk doğum sancılarıydı. İlk zamanlar yukarıda belirttiğim gibi seyircili gösterimlerde yapıldı. Ulusal kongre gibi halkın tepkisini ölçmek ve bu teknolojiyi daha da ilerletmek için deneme çekimleri de yapıldı. Bu dönem 1920’lerin ortalarına kadar böyle devam etti. Bu aradaki dönemde çekilen filmlerde ses yoktu. Sizin anlayacağınız bir film izlemek istiyorsanız, o dönem sadece görüntüleri izlemekle yetiniyordunuz ve bu tarz yapımlar çok azdı. 1923 yılına geldiğimizde ise Amerika’da Warner Kardeşler sinemanın yükseleceğine inanmış olacaklardı ki Warner Bros’u kurdular. 4 yıllık bir çalışmanın ardından, bu çalışma video ile sesi birleştirmek içindi; 1927 yılında yönetmenliğini Alan Crosland’ın yaptığı ilk sesli film Jazz Şarkıcısı (Jazz Singer)’nın çekilmesiyle sonuçlandı. Böylece sessiz filmlerin ve denemelerinin sonu oldu. Fakat, şunu unutmayalım ki günümüz insanı için sinemanın o sessiz zamanları sıkıcı gelebilir. Ama, o dönem sessiz sinema Charlie Chaplin gibi bir efsaneyi  dünyaya hediye etmiştir. Zaman ilerledikçe teknolojinin de gelişmesiyle çekim teknikleri, siyah beyaz dönemden renki görüntülere geçilmesi gibi geçiş süreçleri oldu. Bu gelişmeler hem seyir zevkini daha yüksek tutmak için hem de daha çok insanı bu sanata çekmek içindi. Film yapımı ve standartları büyümeye devam ederek modern topluma ulaştı. Bu sektör hala ilerlemeye ve yeniliklere açık olmaya devam ediyor. Bütün bu süreçler yaşanırken, sinemanın bir başka kolu olan anime türü de var gücüyle kendini geliştirmeye ve evrilmeye doğru yol alıyordu.

Alternatif ve Eğlenceli Bir Yol 

Sinema tarihine kısaca değindikten sonra The Triplets of Belleville filminin de dahil olduğu anime film türünden bahsedelim. Aslında, anime ve animasyon birbirine karışan iki terim olarak karşımıza çıkmakta. Anime dediğimiz tür Japonların animasyon çalışmalarına verdikleri daha pratik bir isimdir. Şimdilerde üç boyut tekniklerin kullanıldığı çalışmalara ise animasyon denilir. Anime tarihi sinema kadar olmasa da kökeni eskilere dayanıyor. Fransa’da kamera ve fotoğraf gibi gelişmeler yaşanırken 1910 yılında Japonya’da hareketli çizimlerin hızlı oynatılması konusunda gelişmeler yaşanıyordu. Japonların etkilendikleri ülkeler elbette Fransa ve Amerika’ydı. Walt Disney’in çizgi filmlerinden etkilendikleri bir hayli belli olan bu insanlar onları kopyalamak yerine kendilerine ait bir tür oluşturdular.

Shimokaea Oten, 1917 yılında ilk filmini yayınlarken uzunluğu beş dakika bile sürmemişti. Tabii 1. Dünya Savaşı’nın bu dönemde devam ediyor oluşu asıl üç ismi bu tür için ön plana çıkardı. Çizgi roman çizerleri olan Junichi Kouchi, Oten Shimokawa ve Seitaro Kiyatama stüdyolar tarafından keşfedilmiş ve gerçek türün kurucuları olarak anılmışlardır. Fakat, o dönemler daha çok yeni olan anime teknikleri bu tarz işlerin çekilmesini oldukça zorlaştırıyordu. Bu sebeple ilk çıkan animeler oldukça kısaydı.

Japonya’nın aksine bu türün ilk örnekleri Amerika’da biraz daha eskiye dayanıyor. 1834 yılında William George Horner bir silindir bulduğunda sadece çizgi filmlere değil sinemanın tamamına da önemli bir etkisi oldu. Bahsettiğimiz üzere bu alet yanlarında deliklerin olduğu, içinde resimlerin çizildiği ve döndükçe çizimlerin hareketlendiği bir aletti. Bu aletin adıysa yunancada hareketli ve canlı anlamına gelen Zeotroptur.

Sinemanın o zamanlar yaşadığı gelişimler çok yeni ve mütevaziydi. 1900’lü yıllarda, bu tarz yapımlara odaklanmış olan Stuart Blackton’ı 1906 yılında ilk animasyon filmi olan Komik Mimiklerin Aşamaları (Humorous Phases of Funny Faces)’nı yayınladı. Amerika’da yayınlanan ilk ciddi yapım olarak kabul edilen bu filmden sonra Blackton objeleri tek tek fotoğraflayıp, yerlerini değiştirdikten sonra tekrar fotoğraflama sürecini geliştirdi. Ve, 21. yüzyılda bile hala duyduğumuz stop-motion teknolojisinin doğmasına neden oldu. Bu tekniği daha iyi anlayabilmek için 1993 yapımı olan Tim Burton’ın yönettiği Nightmare Before Chiristmas’ı izleyebilirsiniz.

Tabii bütün bu gelişmeler bu türe damgasını vuracak olan büyük bir şirketin doğmasına da sebep oldu. Walt Disney. 1923 yılında kurulan şirket yaratıcılıkta sınır tanımıyordu. Şirketin kurucusu Walt Disney ve ekibinin ortaya karakter çıkarma süreci bu sektörde kalıcı olarak etki etmişti. Kurulduğu tarihten 1930’ların ortalarına kadar yapılan çalışmalarla oluşturulan Mickey Mouse karakteri oldukça popüler olmuş ve her konumdaki insanın ilgisini çekmeyi başarmıştı. Sonraki süreçte Disney daha da büyümüş ve milyonlar tarafından izlenir olmuştu. 1930’ların sonu ve 1940’ların başında dünya siyasetinin gerginleşmesi ve ufukta yeni bir savaşın belirmesiyle tüm dünya, medya ve kitle iletişim araçlarının savaşına dönüşmüştü. Propaganda savaşları diyebileceğimiz bu dönemde avrupa daha çok kısa filmler ve reklamlar gösterirken, Amerika bu durumu Disney ve afişlerle çözmüştü. Sinema salonlarına giden insanlar gelişmelerden şirketin çizgi filmleri sayesinde haberdar oluyordu. Bu durum şirketin daha da büyümesine olanak sağladı. 1950’lerden günümüze kadar Disney yüzlerce belki de binlerce yapımı insanların beğenisine sundu. Alice Harikalar Diyarı, Cindrella, Pamuk Prenses ve Yedi cüceler, 101 Dalmaçyalı, Mary Poppins, Güzel ve Çirkin, Pocahontas, Tarzan, Wall-E ve daha niceleri.

Belleville’in Üçüzleri

Sinema ve anime filmlerin kısa tarihine göz gezdirdikten sonra artık konumuz olan The Triplets of Belleville filmine geçebiliriz. Öncelikle bir konuda kafa karışıklığını gidermekte fayda var. Filmin orjinal adı Fransızca ”Les Triplets de Belleville”dir. İngilizce adı ise ”The Triplets of Belleville” yani Belleville Üçüzleri’dir.  Bir üçüncü isim ise ”Belleville Rendez-vous” yani Belleville’de Randevu. Film, Fransa’da doğal olarak Les Triplets de Belleville adıyla gösterime girerken, uluslararası sahnelerde filmin açılış müziği olması sebebi ile “Belleville Rendez-vous” adıyla gösterime girmiştir. Sonuçta siz bu filmi izlemek isterseniz ve bu üç isimden birine denk gelirseniz aslında hepsi aynı filme aittir.

Bu kısa açıklamayı yaptıktan sonra, yönetmen ve çizgiroman yazarı Sylvain Chomet, ünlü Japon anime yönetmeni Hayao Miyazaki’nin 80’li ve 90’lı hatta 2000’li yıllarda çektiği: 1988 yapımı Komşum Totoro (My Neighbour Totoro), 1997 yapımı Prenses Mononoke, 2001 yapımı Ruhların Kaçışı (Sprited Away) ve 2004 yılında çekilen Howl’un Yürüyen Şatosu (Howl’s Moving Castle) gibi filmlerle beraber, ayrıca Disney’in bir markası olan Pixar’ın Toy Story serisi, Kayıp Balık Nemo (Finding Nemo), Monster Inc. gibi yapımlardan etkilenerek kendisi de bir film çekmeye karar vermişti. İyi ki etkilenmiş.

Madam Souza

Bir çok anime filmi ekrana görmek istediklerimizi sunarken, The Triplets of Belleville belkide ekranda en anlamlı şekilde bizleri karşılıyor. Yapılan işin içinde adanmışlık ve kendine özgü bir tarz taşıdığı anlaşılıyor. Filmi izlerken içinde sanki bir gizem ve muamma varmış gibi bir hissiyata kapılıyor insan. Özellikle kullanılan renkler bugün izlediğimiz animelerden daha farklı, daha koyu tonlarda, kahverengi ve yeşil tonlarının ağırlık verildiği bir yapım. Loş bir ortamda geçiyor diyebiliriz. Bu durum filme mütevazi ve basit bir duruş vermekte.

İzlemek isteyenler için şöyle bir uyarıda bulunalım. Altyazı için fazla uğraşmanıza gerek yok. The Triplets of Belleville filminde diyalog yok denecek kadar az. Hareketlilik ve müzik, filmi izlerken sizinle beraber yolculuk ediyor. Replik olmamasının eksikliğini hissetmiyorsunuz bile. Konusuna gelecek olursak; hikaye aslında Madam Souza ve torunu Champion’u merkezine alıyor. Filmin akışını Madam Souza’yı izleyerek takip ediyoruz. Madam Souza güçlü bir karakter. Hepimizin hayatında böyle biri olmuştur muhtemelen ya da böyle kişileri tanımışızdır. Ne olursa olsun güçlükler karşısında yıkılmayan umudunu kaybetmeyen biri aslında. Hep bir çözüm arayan, sonuca ulaşmak için kapıları sonuna kadar zorlayan, öyle ya da böyle başarıya ulaşan bir karakter kendisi. Ayrıca kendi açısından, sevdiği insan veya insanlar için yapabileceklerinin bir sınırı yok. İlerleyen yaşına rağmen etrafını memnun etme, kişiye göre iletişim kurma ve anlaşmazlıkların çözümünü bulma onun en önemli özelliklerinden biri. Filmde de torunu için dünyanın bir ucuna gemi yolculuğu yapması, sokaklarda kalması ve Belleville ‘e ulaştığında karşılaştığı yaşlı üçüzlerimizle kurduğu iletişim onu özel bir karakter haline getiriyor. Madam Souza gerçek hayatta sevginin, vazgeçmemenin ve yaratıcılığın filmde vücüt bulmuş hali adeta.

Champion

Madam Souza’nın torunu Champion ise anne ve babası olmayan bir çocuk. Ebeveynlerinin onu terkettiği ya da öldüğü belli değil. The Triplets of Belleville bize bu alt hikayeden hiç bahsetmiyor ne yazık ki. Büyükannesiyle yaşayan Champion aslında çok sıkılgan ve içine kapanık bir karakter. Sürekli yanlız gördüğümüz karakterimizin etrafında da vakit geçirebilecek bir akranı yok. Bu durumu zaten farketmiş olan büyükannesi yani Madam Souza torunu için üzülüyor ve bu soruna çözüm bulmak için sürekli bir çaba içerisinde kendisi. Champion’un aslında neye ilgisi olduğunu ilk başlarda izleyici olarak bizlerde anlayamıyoruz. Çocuğun yanlız kalmasından dolayı oluşan bu içe kapanıklık zamanın daha yavaş ilerlemesine ve huzursuzluk ortamı oluşmasına olanak sağlıyor.

Günler böyle geçerken büyükanne kendince bir çözüm bularak, çocuğun oyalanması ve bulunuduğu kasvetli durumdan çıkması için Bruno adını verdikleri yavru bir köpek getiriyor eve. Sonuçta her çocuk evcil bir hayvanının olmasını ister. Aslında bir süre bu adım başarıya da ulaşıyor. Champion’nun köpeğe ilgi göstermesi onunla beraber oyuncaklar eşliğinde oynadığını görüyoruz. Bu mutluluk verici durum bir süre devam ettikten sonra Champion ilgisini tekrar kaybediyor. Ve, yavaş yavaş eski haline dönmeye başlıyor. Aslında Champion asosyal bir çocuk değil. Filmde onun sıkılmasından anlayabiliriz ki içinde bir şeyi ya da şeyleri saklı tutuyor. Birşey istiyor ama dile getiremiyor gibi bir hali var.

Tour de France

Madam Souza bir gün gazete okurken, sayfalarda makasla kesilmiş küpürler fark ediyor. Eski okuduğu gazetelerin sayfalarında da kesikler olduğunu görüyor. Bunların nerede olduğunu az çok tahmin ettiğinden doğruca Champion’un odasına gidiyor. Odadaki küçük bir kutuda kesik küpürleri buluyor. Bundan sonrası tamamen küçük bir çocuğun hayali. Fransa ‘da düzenlenen bisiklet turu Tour de France’ı bir çoğumuz biliyor ve beğeniyle takip ediyoruz. Ülkemizde ve dünyanın herhangi bir bölgesinde bisiklet sporunun popüler olduğu, gençlerin bir gün Tour de France gibi büyük yarışlara katılma isteği onların hayallerini süslemeye devam ediyor. İşte filmimizde de Champion’un motivasyonu onu içinde bulunduğu sıkıntılı süreçten çıkaracak bir araç. Bu hayalin büyükannesi tarafından keşfedilmesi sonucu Champion’a ilk etapta üç tekerlekli bir bisiklet alınıyor. Bisikletin alınmasıyla beraber çocukta inanılmaz bir değişim başlıyor. O sıkıntılı karakter yerine, içinde enerji ve heyecan dolu bir kişilik doğuyor adeta. Arkasında Madam Souza ve küçüklüğünde alınan köpekleri bruno ile beraber sıkı çalışmalar eşliğinde Tour de France ‘a katılma yolu böylece açılmış oluyor.

Zaman ilerledikçe Champion genç bir insana dönüşüyor. Bu yoğun tempo sonucunda inanılmaz derecede bacak kaslarına sahip olan Champion artık yarışa hazır konuma geliyor. Artık, yarış günü geldiğinde aralarında Champion’un da olduğu yarışçılar mücadeleye başlıyorlar. Torunu yarışa devam ederken, onu arkadan bir arabayla takip eden büyükanne halinden memnun görünüyor. Yarış devam ederken tuhaf kalın enseli elinde sigaraları olan iki adam kamyonet tarzı bir araçla yoldaki yarışçıları topluyorlar.

Niyetlerinin kötü olduğu anlaşılan bu kişiler en sonunda Champion’a rastlayınca onunda yorgun olduğunu farkedip yardımsever gibi görünerek onu yanlarına alıyorlar. Daha sonra bunun bir kaçırılma olduğu ortaya çıkıyor. Büyükanne bu durumu farketse de kendi araçlarında çıkan sorunlar yüzünden torununa yetişemiyor. Kaçırılan bisikletçiler Belleville şehrine götürülüyor. Mafyanın böyle bir girişimde bulunmasındaki amaç tabiri caizse bisikletçilerin herşeyinden yararlanmak istemeleri. Güçlü kaslara sahip olmaları sebebiyle, bu kötü insanlar sporcuların kanlarını kendi liderlerine serum gibi aktarıyorlar. Bunun yanında sporcuları uyuşturup, bir projeksiyon makinesi vasıtasıyla, parkur varmış gibi onları bir platform üzerine sabitlenmiş bisikletlerde pedal çavirmelerini sağlıyorlar. Bu durum yeraltında bir yerde seyircilerin önünde yapılıyor. Amaçları bahis oynatıp, kendilerine kazanç sağlamak.

Eşsiz Çizimler ve Anlamlar

The Triplets of Belleville karakter çizimlerinden mekan çizimlerine kadar izlerken bir şeylerin farklı olduğu hissediliyor. Madam Souza küçük tıknaz bir yapıya sahip. Onun böyle çizilmesi izleyiciye sempatik ama öte yandan güçlü bir kişilik mesajı ulaştırmak istenmesi. Champion ise vücudunun üst tarafı zayıf, alt tarafı özellikle de bacak kasları inanılmaz derecede güçlü ve abartılı bir biçimde büyük. Bisiklet sporuyla uğraşan sporcuların çoğunlukla vücütları zayıf, bacakları ise kaslı oluyor. Tabii gerçek hayatta kaslar bu kadar abartılı değil. Burada kullanılan çizim, çalışmanın azmi mesajını verirken üst kısmın zayıf olması Champion’un ruhunun hassas ve olaylardan çok çabuk etkileniyor olması ile ilgili. Öte yandan mafya karakterleri, adeta dikdörtgen kaba saba, bıyıklı, enseleri kalın ve ellerinden sigara hiç düşmeyen tipler. Kötülüğün vücut bulmuş hali. Filmin açılışında Belleville üçüzlerinin konserini izlemek isteyen seyircilerin binaya ulaştıklarını görüyoruz. Zengin sınıfın eşlerinin aşırı kilolu, kocalarının da aşırı zayıf olduğunu farkedebilirsiniz.

Bu durum aşırı abartalı olmakla birlikte, erkeklerin çok çalıştığı, gözlerini para hırsı bürümeleri ve iç huzurlarının olmaması onları kemirip bitiren bir dünyada yaşamaları gibi bir mesaj okunabilir. Hanımların aşırı kiloları ve takı merakları bu hayatın nimetlerinden fazlasıya yararlandıkları hissiyatı uyandırırken, zevk ve sefa düşkünü olmaları durumunu da doğuruyor. Üçüzlerimiz aslında belki de abartılı çizilmeyen karakterlerden. İlk olarak genç olarak görüdüğümüz üçüzlerimiz, sanata ve şarkı söylemeye olan tutkuları, film ilerledikçe yaşlı hallerinde de mevcut. Onlar aslında mütevaziliğin yanı sıra iyi günde ve kötü günde, ellerinde ne varsa yetinmeyi bilen insanlar. Yardım etmeyi, insanları mutlu etmeyi, bir arada yaşamayı, farklılıkları bir kenara atıp uyum sağlamayı başarmış kişileri temsil ediyorlar.

Mekan Tasarımları

The Triplets of Belleville filminde sokakların ve caddelerin görüntüsü nostaljik bir hava sunuyor bizlere. Disney’in ilk zamanki Mickey Mouse çizimleri havası mevcut. Champion’un kaçırıldığı Belleville şehri özellikle gerçek bir metropolü temsil etmiyor. Şehrin girişinde yine abartılı bir Özgürlük heykeli bizi karşılıyor olsada bu tam anlamıyla New York değil ama bir Paris hiç değil. Belleville, bu iki şehrin karışımı olan hareketin ve hayat mücadelesinin yer aldığı bir yer. Sürekli akan trafik ve insanların çokça olduğu bu şehri ilk gördüğümüzde, tüketimin bol olduğu, insanların standartların üstünde yaşadığı sokaklara şahit oluyoruz. Alt tabakanın yaşadığı sokaklarda ise hayatın ne kadar zor olduğu, mücadelenin ve yaşam savaşının ne kadar çetin geçtiğini anlayabiliyoruz. Karakterlerimiz sayesinde şehirdeki en tepe noktasını ve en aşağı kısımları da fark edebiliyoruz.

The Triplets of Belleville hayranlık duyulacak bir film. Yaratılan dünya biraz abartılı ve gerçeklik algısını zorlasa da konusu gerçek hayatta herkesin başına gelebilir. Yalnızlık, üzüntü, sevgi, çalışma, başarılı olma, suç ve empati gibi bir çok olgu bu yapımda fazlasıyla hissediliyor. Yönetmen Sylvain Chomet’i de bu kontrastları bir araya getirdiği için kutlamak gerekir. Başarılı eser tabii ki sinema akademileri camiasında da büyük etki ve heyecan yarattı. İçlerinde Cannes Film Festivali, Grammy, yine Fransa’nın başka bir büyük organizasyonu olan Cesar Ödülleri, Toronto ve bizim ülkemizde de Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) tarafından en iyi yabancı film gibi çeşitli dallarda adaylıklar ve ödüller kazandı. Sinemasız kalmayın!

 

Exit mobile version