Futbola dair en sevdiğimiz şey nedir? Taktiksel dizilişler mi, formalar mı, takımların kendisi mi, rekabet mi yoksa futbol hakkında konuşmak mı? Bence cevap çok basit: Futbol hakkında konuşmak. Saydıklarımın hepsinin yanında bu çok daha mühim gibi duruyor. Hatırlarsanız yazımın ilk bölümünde değişimlerin ve dönüşümlerin üzerinde duracağımı belirtmiştim. Peki değişim ve dönüşüm derken neyi kastediyorum? Fazla soru sorduğumu biliyorum sevgili okuyan, yalnız cevaplanması elzem sorularımız var; zira futbol değişiyor ve bunun yanı sıra onu izleyenler de değişiyor. Artık herkes eline aldığı küçük ekranlar sayesinde birer duayenmişçesine istediği gibi görüş belirtebiliyor. Aslında bu noktada bir soru daha sorup detaylandırmaya geçmek niyetindeyim: Nasıl her şeyi bu kadar iyi bilebiliyoruz?
Futbol ve Televizyon
II. Dünya Savaşı bittikten sonra ufak bir çalkalanma geçiren dünya, kendisini toparlamaya başlamasıyla birlikte televizyon da artık bir lüks olmaktan çıkıp her eve girmeye başladı. İnsanlar, aptal kutusu sayesinde hem kendi ülkelerinde olup biteni hem de dünyanın dinamiklerini öğrenmede eskisinden daha mahir oldular. Tabi her şey bu kadar basit değildi. Sonuçta bizim etkileşim dediğimiz şey sıklıkla üzerinde durduğum gibi değişimi de beraberinde getirdi. Sıkıcı evlerimiz çeşitli seslerle yankılanmaya başladı. Diziler, haberler, filmler ve reality şovlar gibi birçok farklı evrene dalmaya başladık. Peki futbol ne olacaktı? 1954’te ilk defa siyah beyaz yayınlandı, 1970’te de ilk renkli yayın geldi. İnsanlar, Pele’yi, Jairzinho’yu, Fachetti’yi, Gigi Riva’yı siyah beyaz; Cruyyf’u, Neskeens’i, Backenbauer’i ve Gerd Müller’i ise renkli izlediler. Sadece anlatılardan duydukları futbolcuları gerçek hayatta bir camın içinde görmek eminim insanları inanılmaz heyecanlandırmıştır.
Globalizasyon
Globalizasyon kavramı tam da bu dönemin ruhunu tanımlamaya uygundur diye düşünüyorum. Televizyonun yaygınlaşması Yeni Dünya’nın, yeni sporları için de bir tanıtım aracı oldu. Yalnız ben çerçeve içerisinde kalarak kadrajı farklı bir alana çevireceğim; Amerikanizasyon. 18. yüzyılın sonlarında büyük toplumsal dayanışmayla kurulan Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa keşmekeşinden bıkarak bölgeye akın eden milyonlarca insanın yarattığı ortak bir kültür uygarlığıdır. Avrupalılık temellerinin korunmasının yanı sıra yeni ve daha büyük bir amacın ortak paydası olarak dünya sahnesinin ekonomik süper gücü ünvanını 1929 Buhranı’na kadar getirdi. Ve, daha sonra malum hikayeyle birlikte büyük savaşa girene kadar kendi içine kapandı. Savaşın galibi olmasının yanında bir de “Büyük Amerika” misyonunu oluşturarak dünyaya kültür satan iki büyük güçten biri haline geldi. Yalnız ufak bir sorunları vardı. Süreç içerisinde değişen kuşaklar sporu Avrupa’dan daha farklı bir forma soktular. Beyzbol, Buz Hokeyi, Basketbol, Amerikan Futbolu gibi büyük ölçekli ve geniş seyircili sporlarında eksik olan şey belki de Avrupa’yı Avrupa yapan olguydu: Rekabet.
NBA veya NFL gibi sporlarda stadlar, salonlar doludur dolu olmasına ama söz konusu mekanlar ateşten, tutkudan azadedir. İnsanlar takımlarını desteklerler lakin maç bitince, maç bitmiştir. Hiçbir Lakers-Celtics mücadelesi maçtan on gün önce konuşulmaya başlanmaz, geniş güvenlik önlemleri alınmaz ve maçtan sonraki on gün yansımaları konuşulmaz. Burada elbette verdiğin örnek yanlış, futbol ve basketbol birbiriyle karşılaştırılamaz dediğinizi duyar gibiyim. Lakin burada vurgulamak istediğim şey taraftarlık olgusu yani tutku. Avrupa’da ise çok uzaklaşmadan sadece bir Fenerbahçe-Galatasaray maçını düşünelim; sanırım ne demek istediğimi çok net anlatabilmişimdir. Avrupa’da taraftarlık bir adanmışlıktır. Amerika’da ise şovun sadece bir parçasıdır.
Latin Amerika
ABD’den biraz aşağıya indiğimizde ise tanıdığımız ortamları görmemiz mümkündür. Bitmek bilmez bir ateş, renkli tribünler, adanmışlık ve kuşaklar boyu devam eden bir sevgi. Bence bunun muhtelif açıklamaları olmakla birlikte, benim en çok aklıma yatan ABD göçmen kitlesiyle, Güney Amerika göçmen kitlesi arasındaki farklılık. ABD göçmenleri Anglo-Saksonlar ve Merkez Avrupalılar gibi gruplardan oluşurken, Güney Amerika halkları Portekiz, İspanya, İtalya gibi Akdeniz ateşinin yaktığı yüreklerden oluşmaktadır. Bölgedeki İngiliz varlığını inkar etmiyorum. Bize yakın olan taraflarını anlatmaya çalışıyorum. Oyunu bölgeye götürüp yayanlar zaten onlar ama taraftarlık ateşi. Dolayısıyla, her iki Amerika kıtasında farklı zuhur etmiş taraftarlık özelliklerinden bahsetmek pek ala mümkündür. İşin bir de ekonomik boyutlarından kaynaklanan durumu vardır ki, oraya girersem bu yazı iyice ulusal hakemli tarzı bir akademik derginin konusuna namzet olacaktır.
Yenilsen de Yensen de
Ben bu noktadan kadrajı yine esas oğlana çevirmek istiyorum. İlk bölümde vurguladığım gibi bu yazı hayatını deplasman yolculuklarında, yağmurda ve çamurda, durmadan aşkının peşinden koşan isimsiz ama kocaman yüreklere ayrılmıştı. Peki bu kocaman yüreklerin değişimi ve gelişimi bugün ne haldedir? Taraftarlık denilen bu büyük olgunun sorunları nelerdir? Oyun artık onlara ait midir? Dünyanın en dinamik sporu olarak futbol, benzersiz bazı geleneklere sahiptir. Geleneklerin en başında ise kuşkusuz bir ritüel halini almış maça gitme seansları oluşturur. Aynı amaca malik bir dolu insan, iki haftada bir oynanan iç saha maçlarında amansız bir destek ve rakip takımı boğarcasına yarattığı bir baskıyla takımının sahaya on iki kişi çıkmasına neden olur. Hep destek tam destek ilkesinin bir gereği olarak yense de yenilse de her zaman takımın arkasındadır. Çünkü takımı onun için iş yerinde bir övgü kaynağı, kimliğini oluşturan temel olgulardan biri ve kutsallarından en önde gelenidir… Yani bu zamana kadar öyleydi. Peki, ne değişti? Cevabı çok basit; Elimizdeki o küçük ekranlar ve sakladığımız yüzlerimiz bizi çok başka insanlar haline getiriyor. Artık her şeyi en iyi biz biliyoruz sevgili okuyan. Televizyonun, dünyanın her yanından haber vermesi artık mazide kaldı. Biz artık sosyal medya sayesinde dünyadan anlık haberler alabiliyor ve bizim için daha önce ulaşılmaz olan insanlara çok daha rahat ulaşabiliyoruz, çılgınlığı düşünebiliyor musunuz?
İnsanoğlu, büyük başarılarının yanı sıra hesap edemeyişiyle de ünlüdür. Muhteşem geliştirilmiş algoritmalar, dünyanın her yerinden herkese ulaşabileceğimiz sosyal ağlarımız var. Artık bilet almak için sabah beşte kuyruğa girmiyoruz mesela, stadyumlarda yüksek güvenlikli alanlarda insanlar birbirlerini de ezmiyorlar lakin bir boşluk var. Tutku, aşk, bağlılık ve o arkamıza baktığımızda gelen her şeyi yeneriz hissi yok artık. Anlık tartışmalarla, incir çekirdeğini doldurmayacak şeylerle kendimizi oyalıyoruz. Bireysel mutsuzluğumuzu, kanserin metastaz yapması gibi bütün kitleye yayma konusunda çok başarılıyız. – buraya tekrar geri döneceğiz, sevgili okuyan- Hesap edemeyişiyle ünlüdür insanoğlu evet ve hesap edemediği şey şudur: kurduğumuz medeniyeti ilerletirken onu insani duygulardan ne kadar azade tutmalıyız? Tutmamalıyız. Çünkü futbol hayatın bizatihi kendisidir. Taraftarlık ise aynı kaderi bas bas bağırıp paylaşan, yürekleri aynı renkler için atan binlerce kişinin tekleşmesidir.
Aile Olmak
Tekleşme kavramıyla kastettiğim şey taraftarlığın bir kesinliği ifade etmesidir. Ya o takımı tutarsınız ya da tutmazsınız. Taraftarlık kavramı bir aileye mensubiyettir. Aralarında binlerce kilometre bulunan iki insanın aynı amaç için tribünde zıplamalarıdır. Fakat bu durum çatlak seslerin çıkmasına engel değildir. Gen gibi aktarılan taraftarlıkta da yapay seçilim, bazen doğal seçilime galip gelebilmektedir. İki kardeş farklı takımları tutabilir mesela ya da bir çift hafta sonu iki ayrı maç için farklı saatleri bekleyebilirler. Bu işin doğasıdır ve güzel olanıdır. Belki de yol ayrımının en çekilebilir yanı farklı statlara gitmek için arkadaşınızdan ayrılmanızdır. Yolun sonu her nereye çıkarsa çıksın, aşkın en saf halini siz yaşarsınız. O stada girdiğinizde, ilkokulda masumane hislerle aşık olduğunuz o kişiyi görür gibi olursunuz, heyecandan kalbiniz hızlanmaya, midenizde kelebekler uçuşmaya başlar. Renkler gözünüzü kör eder ve o üç saatlik muhteşem yok oluş başlar. Orada sizin artık ne olduğunuzun herhangi bir önemi yoktur. Siz artık sizinle aynı mekanda bulunan o binlerce kişinin yarattığı tek bir kişisinizdir. Siz taraftarsınızdır.
Pembe düşlerimizden bizi uyandıran ise sosyal medya oluyor efendim. Realite ile sürrealitenin birbirine karıştığı bu post-truth çağında artık farklı gerçekliklerin öznesiyiz. Kendimize yarattığımız profillerde gerçek dışı hayatlarımızın en iyi bilenleri olarak her şeyin uzmanıyız artık. Kimliklerimizi sakladığımız bir yerde herkese, her şeyi söyleme hakkını kendimizde buluyoruz. Tabi ki en iyi anladığımız şey yine futbol. Sığındığımız anonimlikte her hafta birini hain, iş bilmez, vasıfsız, karaktersiz ve kaba tabirle çöp ilan etmekte herhangi bir beis görmüyoruz. Takımımıza yeni transfer edilmiş ve daha adaptasyonunu tamamlayamamış bir insanın eşine ve kendisine galiz hakaretler etmeyi kendimizde hak bulacak kadar alçalmayı nasıl kabul edebiliriz ki? Taraftarlığın doğasında karşılıksız sevmek, ne olursa destek olmak varken şimdi nasıl sevdiğimize her gün bir bıçak da biz saplayabiliyoruz? Hayat çok acımasız, futbol da hayat kadar acımasız lakin bu ikisinden daha acımasız olan varsa o da insanoğludur. Doymak bilmeyen egolarımızı insanlara hakaret ederek besleyemeyiz. Yarattığımız sahte gerçeklikleri taraftarlık adı altında körükleyemeyiz, körükleyemeyeceğiz de…
Madalyonun Öteki Yüzü
Her madalyonun bir de diğer yüzü vardır sevgili okuyan; biraz da oraya bakalım. Bu dayanılmaz ortamda payı bulunan sadece yukarıda bahsettiğim durumları yapan değildir. Futbolu o sınıfsızlıktan çıkarıp, darphane haline getirmeye çalışanlar ve kaos yaratıp oradan beslenenler en az bu yeni taraftar tipi kadar tehlikelidir. Yaratılan büyük ekonominin beslenmesi illa ki belli yollardan yapılmak zorundadır. Ama bir önceki bölümde sorduğum soruya geri dönerek tekrarlıyorum: Futbol kimindir?
Futbol artık onu yaratan işçi sınıfına ait değildir ne yazık ki… Futbol artık tribünlerin sahaya en yakın olan bölümünü turistik ziyarete ayıranların oyunu haline gelmiştir. Pandeminin yarattığı ekonomik dar boğaz, transfer ücretlerinin saçmalık boyutuna gelmesi ve daha çok para isteği futbolu doğasından koparmak üzere, belki de kopardı bile… Artık gol olunca ilk yaptığımız şey yanımızdakine sarılmak değil, telefonumuzu çıkarıp fotoğraf çekmek. Hayatın her alanında olduğu gibi futbolda da anı yaşamaktan uzaklaştık. Bizim olan her şey bir bir elimizden alınırken tek düşündüğümüz, kimin transfer olacağı. Hayır, düşünmemiz gereken şey bu değil. Bilakis düşünmemiz gereken futbolu sadece para olarak görüp onu esas sahiplerinden alanlarla nasıl mücadele edeceğimiz! Çünkü mücadele taraftarlığın çimentosudur, aşkınızı canlı tutar.
Eski kaleci olan Albert Camus bir röportajında “Hayata dair ne biliyorsam futboldan öğrendim çünkü top hiç beklediğim yerden gelmedi” diyerek benim sayfalarca anlattığım şeyleri tek bir cümlede özetlemişti. Taraftarlık da budur işte, anlamsız ve karşı koyulamayan bir tutku meselesidir. Nesilden nesile aktarılan, her yerde takip edilen o forma… Bıkmadan usanmadan onun olduğu her yerde onu savunmak. Evet sevgili okuyan futbol değişiyor, insanlar değişiyor ve en önemlisi zaman değişiyor. Bizlerse çekildiğimiz köşelerde, kendimize yarattığımız fanusların içinde bir umut ışığı bekliyoruz, elimizde Sinoplu Diogynes misali gündüz vakti fenerle gezerek hayatın anlamsızlığında doğru bir kişi arıyoruz. Dilimizde bir Özdemir Erdoğan şarkısı bağırıyoruz: Sevdim seni bir kere
Başkasını sevemem
Deli diyorlar bana
Desinler değişemem…
Sevgi anlaşmak değildir,
Nedensiz de sevilir.
Bazen küçük bir an için ömür bile verilir!