Herkesin kendince tanımladığı bazı kavramları vardır ya da bazı kalıplaşmış kavramların herkese göre değişen tanımları. Mesela “soğuk” ve “yalnızlık” kavramlarını ele alalım. Kesinlikle yaşayanlara göre farklı tanımlar içerirler. Kimine göre soğuk; kış mevsiminin ayazını belirtirken, kimine göre bazı olaylara karşı görülen uzaklık durumunu belirtebilir. Kimileri için soğukta uyumak bile zordur mesela… Peki ya yalnızlık? İşte bu kavram insanoğlunun 8 milyarı için farklı anlamlar taşır. Kelimenin esas tanımı ise kimsesizlik durumunu ifade eder. Peki yalnızlık sadece bir kimsesizlik durumu mudur? Soğuk ve yalnızlık birbirlerine yakın kavramlar değil midir? Genelde biz insanlar kendimizi soğuk havalarda daha çok yalnız hissetmez miyiz? Soyut kavramlara atfedilen somutluklar onları gözle görülebilir kılar. Bazı şeyleri gözümüzle görmek belki de anlamlandıramadığımız ya da uzak durduğumuz bir dolu olayı yüzümüze bir tokat gibi çarpar. Belki de bu tokatlardan en büyüğü Türk sinemasından bir başyapıt olarak çıktı. Sinemamızın mümtaz örneği, bir Derviş Zaim anlatısı: Tabutta Rövaşata!
Soğuklar Şehrinde Sıcak Bir Yer
Sinema her zaman belli kalıplar içinde kullanılmış bir sanat değildir. Aşk hikayeleri, aile hikayeleri, soygun hikayeleri, savaş anlatıları veya tarihsel anlatılar gibi birçok anlatının yanında ötekilerin hikayesini anlatmak gibi de bir yanı vardır. Sokakta gördüğümüzde tehlikeli bulduğumuz için yanından hızlıca uzaklaştığımız, gerekirse korktuğumuz insanları anlatmak ve “bakın onların da bir hayatı var” diye bize bağırmak için belki de en iyi örneklerden biri olan Tabutta Rövaşata aslında tek mekanda geçen bir filmdir. Film bir evde geçmektedir ve bu ev İstanbul’un kendisidir. Çünkü, filmin ana karakteri Mahsun’un (Ahmet Uğurlu) evi sokaklardır. Filmin başından sonuna kadar iliklerimize işleyen soğun ve Mahsun’un derin yalnızlığını ifade etmek için bundan daha iyi bir yol yoktur. Hatta film soğukluk hissini iliklerimize kadar işletir. Karakterimizin en yakın arkadaşı diyebileceğimiz Sarı, bir teknenin içinde yatarken donarak ölür; hem de Mahsun “gel inşaatta yatalım” demesine rağmen… Mahsun kimseyi kurtaramamıştır! Sarı’dan sonra esas kurtarmak istediği kişiyi de kurtaramayacaktır.
Çıkma ekmek, beyaz şarap ve rakı üçgeninde geçen Mahsun’un hayatı Reis’in (Tuncel Kurtiz) himayesi altında devam etmektedir. Soğuk ve yalnızlık, sahte arkadaşlıklar, sahte korumalar üzerinden devam eden hayatta geceler gündüzlerden çok daha soğuk geçmektedir. Mahsun soğukta uyuyamaz, ona bir yer lazımdır. Yoksa sonu aynı Sarı gibi olacaktır. Bu noktada devreye “hırsızlık” girer. Mahsun takıldıkları sahilin kenarına park eden arabaları çalarak onlarla gece gezmesine çıkar. Soğuğu yenmenin tek yolu biraz sıcağa ulaşmaktır. Artık doğru, yanlış, ceza, adalet, sıcak ya da soğuk kalmamıştır. Eğer hayatta kalmak istiyor ve evsizseniz yapacak tek bir şeyiniz vardır: “Bu soğukluklar şehrinde sıcak bir yer için hırsızlık yapmak!” Normalde hırsızlık yapmak gayri ahlaki bir durum olarak bizim karşımızda durur ama filmi izleyip Mahsun’un üşümesini hissettikçe siz de o arabanın içinde olmak istersiniz. Doğum tarihi belli olmayan belki de ismi bile gerçek olmayan bir evsiz sizde hangi duyguları uyandırabiliyorsa Mahsun da o duyguları uyandırıyor. Hırsızlıktan dönüşte polisten her dayak yediğinde sorgulamanız gereken şeyler bir bir değişiyor. Hayat zor sevgili okuyan, sırça köşklerden, nitelikli hayatlarımızdan ve pembe gözlüklerimizden sıyrıldığımızda karşılaştığımız manzara bu işte; sefalet, yalnızlık, soğuk, şiddet!
O Kadın
Yaşamak, her şeyin tam olmadığı bir eksiklikler curcunasıdır. Bir yerden tamamladığınızda başka bir yerden açık verirsiniz ve işte bu eksiklikleri tamamlama arzusuna yaşamak deriz. Bugüne kadar tanıştığınız hangi insan: “benim her şeyim var iyi durumdayım” demiştir ki? Hiç kimse! Herkesin tamamlamak zorunda olduğu boşlukları ve bu boşlukları doldururken verdiği mücadele aslında insanı insan yapan olgudur. Aslında filmin dünyası da bunu bizlere sunar; herkesin belli eksiklikleri vardır. Mesela kahveci Ziya’nın yanında çalışan karakter, kahvenin üst katında yalnız kalmaktadır. Ta ki yine büyük bir olay sonrası Reis’in çabalarıyla Mahsun, onun ev arkadaşı olana kadar. Mahsun’un gelişi çırağın en özeline engel vurmuştur: Cinselliğine! Kimse hiçbir şeyi tamamlayamaz bu dünyada; ne o çırak eciş bücüş dergilere bakarak bitirmeye çalıştığı cinsel tatminini tamamlayabilir ne insanlar başladıkları günlerini rahat tamamlayabilir ne de dostluklar tamamlanabilir; her şey yarım kalmıştır, tıpkı o kadın gibi…
Kadın demişken, filmdeki tek kadın Ayşen Aydemir’in oynadığı karakterdir ve bir ismi de yoktur. Zaten, isminin ne önemi var ki. Böyle bir dünyaya gelmişse kimseye onun ismi lazım değildir. Kadın’dır işte o, sadece kadın. Başta vurgulamıştım ya herkes kavramları kendince tanımlar ve yalnızlığın 8 milyar farklı tanımı vardır diye. Aslında Tabutta Rövaşata için de bu geçerli! Kimi için sardığı sigarayı akşam rahatça içmektir yalnızlık, kimi içinse bir tas çorbayı istediği gibi yudumlayabilmektir. Peki yalnız kalmak mı istersiniz yoksa yalnız mı bırakılmak mı? Sanki kadının durumu daha çok kendi haline oluşmuş bir yalnızlıktır. Dışarıdaki evsizlerin, belli belirsiz yerlerde uyuyanların yalnızlığı daha çok itilmiş bir yalnızlık olarak değerlendirilebilir. Ama, kadının yalnızlığı tam öyle değildir. Her gün Ziya’nın boğaza bakan kahvesine gelip çay içerek ve defterini önüne açıp bir şeyler karalayarak gününü geçirmeye çalışan bu kadının yalnızlığın, içine neden düştüğünü öğrendiğimizde daha net anlaşılıyor. Kadın, maddeye bulaşmıştır. Her gün Ziya’nın kahvesinin tuvaletinde kullandığı o şey kendisinin sonu olacaktır. Aslında, kendi yalnızlığını kendisi yaratmıştır. Her dibe batış aslında insanın kendi kuyusuna düşmesi anlamına gelmektedir.
Aşka Yer Yok
Mahsun ise belki de kendi masumiyetini ilk defa bu kadına yansıtmak istemiştir. Aşık olmuştur Mahsun. İçinde bu kadına karşı yoğun duygular hissetmektedir. Ziya’nın kahvesinde tuvaletçilik yaparken, ufak diyaloglar da oluşmaya başlamıştır. Film boyunca hep belli bir pislikle sembolize edilen Mahsun, yıkık dökük elbiseleri içinde de olsa kadın tuvaletteyken saçlarını tarar, ona karşı iyi görünmek ister. En kötü halimizle bile olsak sevdiğimiz kişiye iyi görünmek istemez miyiz? Kadının tuvalette düşürdüğü hafif kanlanmış fularını yıkar Mahsun. Her şeyin kirli olduğu bir dünyada onun tenine değen bir objenin kirli olmasını istemez. Bari o temiz olsun. Kadının da evsiz olduğunu ve bazen kalmaya yerinin olmadığını öğrendiğinde kendi yattığı yerin yanında bir odanın anahtarını verir.
Sevgi karşılıksızlıktır sevgili okuyan. Kadınsa kendi yalnızlığını ve düşkünlüğünü yaşamaktadır. İnsanlar düştüklerinde kendilerinden beklenmedik eylemler gerçekleştirirler. Eli kalem tutan bu kadın da bulaştığı o sarmaşığı elde edebilmek için kendi bedenini kullanmaktadır. Karşısında hiç dengi olmayan bir adamın fiziki ihtiyacını karşılamak. Cinselliği bastırılmış erkeğin en yumuşak karnına dokunmak hayatın pis bir tokadıdır. Bu tokadı yiyen sadece biz izleyenler değiliz. Mahsun, masum ve safiyane hayaller kurduğu kadına verdiği odada yaptığını gördüğünde çılgına döner. Artık, o da masumiyetini kaybetmiştir. Hayat onu bir kez daha en zayıf noktasından vurmuştur. Ancak, kadına olan aşkı bitmez. Hatta yine kadın düştüğünde o yine onun yanında olur. Kadının yanında olması onu daha da dibe çeker. İyice kimsesiz kalır. Bu hayatta aşka yer yoktur. Aşk, evi ve kimsesi olanların işidir. Doymak zorunda olanlar sadece ekmeği sevebilir.
Yitip Gitmiş Bir Masumiyet
Mahsun’un evi olan İstanbul sokakları aynı zamanda kendi hapishanesidir de. Bu büyük açık hava hapishanesinde kendi durumuna yakın bulduğu canlılar da vardır. Bunlar dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in talimatıyla İstanbul’un fethinde stratejik bir öneme sahip olan Rumeli Hisarı’na yerleştirilen tavus kuşlarıdır. Doğada kendi halinde yaşaması gereken bu hayvanlar en az Mahsun kadar masumdurlar ve onlar da kendi yalnızlıklarına hapsedilmişlerdir. Bu yalnızlığa son vermek isteyen Mahsun, kuşlardan birini kaçırır ama heyhat kuşlar Mahsun’dan daha değerlidir. Ne de olsa Mashun’un bir değeri yoktur. O bir evsizdir ve bu mahpusluğa bir son veremez. Mahsun aç kalır. Aklına kuşlar gelir ve hisara yine gider. Bu sefer amacı farklıdır. Mahsun, kendisinden daha değerli olan bu kuşlara karşı masumiyetini kaybetmiş ve düşmanı olarak görür. Açlık insana her şeyi yaptırabilir. Mahsun kuşu yakalar ve keser. Doymak zorundadır. Hayatı boyunca bir şekilde bastırdığı açlığına daha fazla dayanamaz. Peki, Mahsun’un orada kestiği gerçekten güzelliği karşısında büyülendiği tavus kuşu mudur, yoksa artık kaybettiği masumiyeti mi? Ya da bir hırsız masum olabilir mi? Yaşamak herkes için aynı mıdır? Düşünelim, düşünelim ki Mahsun’u anlayabilelim. Yaşayalım!
Sizin yalnızlık tanımınıza çok aykırı durumlar belki bunlar biliyorum. Ama, nefes alıp veren her insanın kendince mutlak bir yalnızlığın içerisine hapsedildiğini düşündüğü zamanlar yok mudur? Hangi insan, sığındığı limanların aslında pek de sığınılacak yerler olmadığını anlamamıştır ki? Belki de makul hayallerimizin bizim makullüğümüzü bağladığını fark etmemizin zamanı gelmiştir. İnsan, bencil bir yaratık olarak dünyayı kendi çevresinde dönen bir gezegen olduğunu düşüne dursun aslında bunun böyle olmadığını yüzümüze çarpan bir filmdir Tabutta Rövaşata. Mahsun’un tabutunun adı İstanbul olan koca şehirdir ve bazen aklımızın almadığı büyüklükler bizim için hareket etmesi çok zor alanlar haline gelir. Kendi yalnızlığımızın ve soğumuzun bir dışa vurumu olur. Yaşamak zordur sevgili okuyan, alanı daraltmayalım. Yaşayalım!