Site icon Victory Dergi

Siniša Mihajlović: Tuna’yı Bir Sal Üzerinde Geçmek

Yıllar geçti ama Siniša Mihajlović şiddetinden bir nebze olsun bir şey kaybetmedi. Ve, böyle bir ivmeyi hep kökenleriyle ilişkilendirdi. Sırbistan onun anavatanıydı. Yugoslavya’nın dağılmasından sonra futbol hayatı boyunca birçokları tarafından hem bir hain hem de iflah olmaz bir solak olarak adlandırılan Mihajlović, kariyerinin doruk noktalarıyla ülkesindeki iç savaşı uyum içinde ve örtüşerek anlatıyor. 2011 yılında Panenkaya verdiği bu röportaj vesilesiyle kendisini sevgiyle anıyoruz.

Dünya sizi, Bari’de Kızılyıldız ile Marsilya arasında oynanan 1991 Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde keşfetti. O maça dair ne hatırlıyorsunuz?

“Bence Avrupa müsabakaları tarihinin en çirkin finaliydi. Maçtan bir hafta önce Bari’ye gelmiştik ve Marsilya’nın maç görüntülerini seyretmeye başlamıştık. Teknik direktörümüz Ljupko Petrović bize şunları söylemişti: “Bu maçta topa sahip olmak istersek başımız belâda demektir. Hücum etmeye çalışırsak, topu bizden alırlar ve gol atarlar.” Biz de ona, “Peki o zaman ne yapacağız?” diye sormuştuk. “Topun onlarda olmasını dert etmeyin” demişti. Biz de bunu yapmıştık. 120 dakika boyunca rakip kaleye şut atmamıştık ve maç penaltılara kaldığında bu Marsilya için şimdiden bir yenilgi demekti. Manuel Amoros ilk penaltıyı kaçırmıştı, biz ise hiçbirini.”

En başından amacınız maçı penaltılara mı götürmekti?

“Hayır, amaç rakibi kendi yarı sahamızda kabul etmekti. Belki kazandığımız toplarla bir gol atabilirdik ya da ben bir serbest vuruş şansı elde edebilirdim. Normal oynasaydık o maçı kaybederdik. Bizden daha iyi oldukları için değil, bu tür maçları oynamaya daha alışık oldukları için. Çok genç bir takımdık ve başka seçeneğimiz yoktu.”

Petrović size bunu söylediğinde bir oyuncu olarak nasıl bir tepki vermiştiniz?

“Kolay değildi, ama bu kültürel bir mesele. Doğulu iyi bir oyuncu olarak, eğer teknik direktörüm bana bir şey söylerse, bunun doğru olduğuna ikna olurum ve o ne derse onu yaparım. Kendi düşüncenizi ifade etme hakkınızın olduğu İspanya veya İtalya’nın aksine biz böyle bir nizamla büyüdük. İşleri yürütebilmek için bildiğimiz tek yol buydu. Oyuncular olarak askerler gibiydik.”

Bir teknik direktör olarak, oyuncularınıza hiç benzer bir talimat verir miydiniz?

“Bazı oyuncular, aldıkları talimatları yerine getirmekte diğer oyunculara göre daha zorlanırlar, ama ne dersem onu yapmak zorundalar. Değilse, dışarı.”

Oyuncularınıza sık sık kızar mısınız?

“Onlara kızmadığım şeyleri söylersem daha çabuk bitiririz (gülerek).”

Bir teknik direktör olarak klasik bir eğitiminiz yok, ilham kaynağınız ne olmuştu?

“Sven-Göran Eriksson, Alberto Zaccheroni, Dino Zoff, Vujadin Boskov, Roberto Mancini gibi teknik direktörlerle birlikte yirmi yıl boyunca en üst seviyede oynadım. Bazılarından oyuncu yönetimi, bazılarından ise taktikler hakkında bir şeyler öğrendim. Bugün bile sık sık onları arıyorum ve yöntemlerini benimkilerle karşılaştırıyorum. Ayrıca, İtalya Futbol Federasyonu’nun teknik merkezinin ve Arrigo Sacchi’nin ofisinin bulunduğu Coverciano’ya çok yakın yaşıyorum. İki haftada bir Sacchi’yi görmeye gidiyorum, bana onun Milan’ından, çalıştırdığı diğer takımlardan, yaptıklarından, ego yönetiminden bahsediyor. Her şeyi değiştiren oydu. Onun yanında geri kalanımız insan bile değiliz.”

Harika bir oyuncuydun, şimdi bir teknik direktör olarak senden daha kötü oyuncuları yetiştirmek kolay mı?

“Karmaşık. Mancini’nin yardımcı antrenörüyken oyunculara çok kızdığını hatırlıyorum. Çünkü oyuncular belirli şeyleri, özellikle de topuğunu kullanma gibi teknik detayları uygulayabilmekten acizdi. Mancini ise topukların ustasıydı ve bunu nasıl yapamadıklarını bir türlü anlayamıyordu. Ona, “Bu senin için kolaydı, ama onlar için o kadar kolay değil” diye anlatmaya çalışıyordum. Şimdiyse sinirlenme sırası bende. Bir serbest vuruşu boşa harcadıkları zaman, “Ama bu nasıl mümkün olabilir?” diye kendi kendime soruyorum. Ama aslında bunda şaşıracak bir şey elbette yok, herkes benim ayaklarıma sahip olamaz.

Sizi bu kadar etkili bir frikikçi yapan neydi?

“Bilmiyorum, serbest vuruşlardan hep gol attım. Ben çok geç uzadım, 12 yaşına kadar bir cüceydim ve futbolda beni en çok çeken hep serbest vuruşlardı. Hatta çocukken futbolu bir spor olarak değil, kullanılacak serbest vuruşlar ve kornerler olduğu için seviyordum. Duran toplar olmasaydı muhtemelen basketbolu ya da tenisi seçerdim. Sadece kaleye şut atmayı seviyordum, bu imkân olmasaydı asla bir futbolcu olmazdım.”

Peki sırrınız neydi?

“Inter’de futbolu bıraktığımda kaleci Julio Cesar’dı. Bir gün iddiaya girdik. O kaledeyken on tane serbest vuruş kullanacaktım. Attığım her gol için bana 100 euro ödemek zorundaydı, kurtardığı her top için de ben aynısını ona ödeyecektim. 600 ya da 700 euro kazanmıştım. Bir daha asla kumar oynamak istemedi. Bir süre Luis Figo, Adriano ve Alvaro Recoba arkamdan gelip topa nasıl vurduğumu çözmek istediler, ama bunu asla anlayamadılar. Benim için esas olan hep aynı açı derecesini almaktı. Bunu değiştirmek, kaleciye bir ipucu vermek demekti. Son ana, son adıma kadar hep kaleciyi izlerdim. Bu çok karmaşık bir şey. Her zaman serbest vuruştan çok penaltı kaçırdığımı söylerim, bu gerçekten doğru.”

Arkanızda bir savaş bırakarak 1992’de İtalya’ya geldiniz. Yugoslavya’daki iç savaştan ve bölünmeden sonra ülkenizin gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

“Sırbistan yıkıldı ve biz onu en iyi şekilde yeniden inşa etmeye çalışıyoruz, ama o kadar çok sorun var ki. Avrupa’da krizden bahsediliyor, bir de Sırbistan’daki krizin boyutunu düşünün. Küçükken babam bana, “Bak bu doktor, bu mimar…” derdi. Daha iyi yaşardık. Şimdi bu düşünülemez. Bir doktor ayda 200 euro kazanıyor. Diğer yanda da lüks arabalar kullanan, etrafı kızlarla çevrili, gangster havasına sahip genç adamlar var. Böyle bir ortamda çocuğunuzu nasıl eğitebilirsiniz ki? Okula gitmenin ne anlamı var?”

Tito’nun Yugoslavya’sını özlüyor musunuz?

“Sadece Tito’nun değil, Yugoslavya’yı da özlüyorum. Üç ayda bir eve gelmezsem kendimi kötü hissederim. Orada hava farklı. Halkımla beraberim, içerim, gülerim, yerim… Bu benim ömrümü uzatır diye düşünüyorum. Savaş sırasında bile eve gittim. Tuna’yı bir sal üzerinde geçmek zorunda kaldım, ama yine de çok güzeldi.”

Balkan Savaşı’nın ne anlama geldiğini nasıl açıklarsınız?

“Uzun hikâye (susuyor)… Bir ülke iyi durumda olmadığında, insanların yeterince yiyeceği olmadığında, kendinizi sürekli kötü hissettiğinizde ne yaparsınız? Savaştayken ne kadar kötü olduğunu düşünecek vaktin yok. Bütün savaşlar çirkindir, ama aynı ülkenin insanları arasındaki bir savaş olabilecek en vahşi şeydir. Arkadaşlar, komşular, akrabalar birbirini öldürür. Bizim başımıza da bu geldi, benim kendi evimde de böyle oldu. Babam Sırptı ve annemin ailesi Hırvattı. Olanları bugün hâlâ açıklayamıyorum.”

Savaşın geldiğini görmüş müydünüz?

“Savaştan önce kimin Sırp, Boşnak ya da Hırvat olduğunu bilmiyordunuz. Sırbistan’da oynuyordum ama her hafta Hırvatistan’da Vukovar’daki evime giderdim. Bir şeylerin ters gittiğini ilk kez çocukluk arkadaşımın barına gittiğimde anladım. Onunla buluşmaya gittim ve gözlerimin içine bile bakmadı. Ona ne olduğunu sordum ve “Beni rahat bırak, sen bir Sırpsın” dedi. Sonra her şey patladı. Çok hızlıydı. Bazı arkadaşlarla birkaç gün geçirmek için Ibiza’ya gittim ve durumun nasıl olduğunu öğrenmek için annemi aradım. Sadece silah sesleri duydum ve ona televizyonu kapatmasını söyledim. Seslerin bir filmden olmadığını söyleyince savaşın başladığını anladım. Annem benimle konuşmak için yere uzanmıştı.”

Nasıl tepki vermiştiniz?

“İlk denediğim şey ailemi Sırbistan’daki evime getirmek oldu. Ayrılmak istemediler. Köyde kardeşim gibi bir Hırvat arkadaşım vardı, hep birbirimizin evinde yatardık. Savaş patlak verdikten kısa bir süre sonra evimize geldi. Aileme gitmezlerse evi buldozerle yıkacağını söyledi, ama onlar dinlemediler. Üç gün sonra arkadaşım iki kişi ve bir silahla geri döndü. Fotoğraflarımı çekmeye başladı ve ancak o zaman ailem ayrılmayı kabul etti. Arkadaşım evimizi yıktı. 1991 yılıydı.”

Onunla şimdi konuşabiliyor musunuz?

“Onu 2000 yılına kadar görmedim. Zagreb’de Avrupa Şampiyonası’na katılmaya hak kazandığımız Hırvatistan-Sırbistan maçı öncesinde otele beni görmeye geldi ve bana kendi açısından hikâyeyi anlattı. “Evinizi yıkmak zorunda kaldım, çünkü yapmasaydım beni öldürürlerdi” dedi. Küçük bir kasabaydı, herkes onun en iyi arkadaşım olduğunu biliyordu. “İyi bir Hırvat olduğumu göstermek için evinizi yıkmak zorunda kaldım. Alt tarafı bir ev, yeniden inşa edebilirsiniz. Ben bir şerefsiz olsaydım, annen baban içerideyken evinize bomba yerleştirirdim” dedi bana. Ona teşekkür ettim, çünkü hem kendini hem de ailemi kurtardı. Bir savaşı birinci tekil şahısta yaşamanın anlamı budur.”

Exit mobile version