Her baba, çocuklarının en iyi yerlere gelmesini ister. Her öğretmen, talebelerinin başarılarından gururla bahseder. Peki her kulüp başkanı genç oyuncularından ‘evlatlarım’ diyerek bahseder mi? Onların futbolcu olamasalar bile hayatın içinde kaybolmamaları için çabalar mı? Önce iyi birey ve iyi vatandaş, ardından da icra ettikleri mesleğin saygın ve bilinçli zanaatkârları olmalarını hedefler mi? Eğer o kulübün başkanı toplam kaliteyi ve gerçek profesyonelliği her şeyin önüne koyan Seyit Mehmet Özkan ise bu soruların cevabı; kocaman bir evet. Seyit Mehmet Özkan ile gerçekleştirdiğimiz röportajın ikinci kısmını okumadan önce şunu bilmelisiniz ki; evlatlarım dediği sporcuların dışında kimsenin kendisine “Başkanım” demesine izin vermiyor.
İyi bir sezon geçiren Salih Uçan ve Taylan Antalyalı da sizin altyapınızdan yetiştiler. Şu an geldikleri seviye için ne söylemek istersiniz?
Altyapıda çalışırken Salih Uçan’ı çıkardık, Fenerbahçe’ye sattık. Aykut Kocaman istedi. Bizim anlaşmamız gereği olan payımızı vermedi kulüp. Bu bizim hakkımızdır vermeniz lazım, ben antrenörlerime başarı primi vereceğim, bu parayı cebe atmayacağım ki. Daha yapmamız gereken işler var, bu para kulübün banka hesabına girdi lütfen verin dedim. Vermiyoruz, bize para lazım dediler. Öyleyse ben giderim dedim ama ben oraya çok büyük bir yatırım yaptığım için gitmeyeceğimi sandılar. Benim için onur çok önemli. Onurlu bir yaşam için her şeyimi feda edebilirim. Gözüm hiçbir şey görmedi. Ceketimi aldım ve çıktım. Büyük bir mücadeleden sonra yaşları büyük olanları onlara bıraktık ve küçük olanları biz aldık. Küçük yaşlılarda Çağlar Söyüncü de vardı. 96’lıları biz almıştık, 95 ve 94’lüler onlarda kalmıştı. 95 doğumlu olanlar uzun yıllar orada hizmet verdiler. Onların içinde de Taylan Antalyalı vardı. Onu da biz bulmuştuk. Muğla’dan getirmiştik.
Taylan şu an milli takım oyuncusu. Çok mutluyum, çok gururluyum. Çünkü ben o çocuğun bu işi başaracağını biliyordum. Gerçekten alt liglerden çabalayarak tırnaklarıyla geldi buraya. Bu çok önemli, çok değerli bir şey. Çok iyi bir çocuktur. Kaliteli ve büyüklerini sayıp küçüklerini seven bir delikanlıdır. Salih de Alanyaspor’da çok iyi gidiyor. 25 yaşını geçti ve futbolunun en olgun çağını yaşıyor. Salih’in mesela daha gollerini görmedik. Yavaş yavaş Bakasetas gibi gol de atmaya başlayacak. Kaleye daha yakın oynayınca gol atma şansın artıyor tabi. O anlamda Salih de güzel günler görecek, çok uzun yıllar inşallah A Milli Takım’a seçilecek. Sonunda bu toprakların çocukları kendilerine inanırsa, kendilerine samimi duygularla yaklaşılırsa, sen onlara bağırsan da çağırsan da onlar kimin faydalı olacağını biliyorlar. Kime ne kadar saygı göstermeleri gerektiğini de biliyorlar. Bu anlamda ben doğru bir iş yaptım ve oradan ayrıldım.
Ayrıldıktan sonra insanlar benim bu işi bir daha yapmayacağımı düşündü. Halbuki, ben daha çok hırslanmıştım. Hemen gittik Selçuk’taki kötü bir tesisi aldık, olduğu gibi rehabilite ettik. Ardından bir otel kiraladık. A takımı oraya yerleştirdik. Tam zamanlı A takım kamp merkezi kurduk. Çünkü ben A takım oyuncularının antrenmanlardan sonra büyük şehirlerde serbest bırakılmasını doğru bulmuyorum.
13 Eylül 2016’da bir mesaj yayınladınız. Altınordu lige kötü başladı, ilk 3 maçta 2 yenilgi 1 beraberlik aldı ve zaten hedefinizde olan şeyi erkene aldığınızı söylediğiniz, kulüpteki oyunculara teşekkür ettiğiniz ve “Bizim öz kaynağımızdan yetişenler dışında herkesin gitmesini istiyoruz” dediğiniz bir mesaj yayınladınız. Bence bu Türkiye tarihinde yapılmış en devrimci, en ikonik hareketlerden biri. Türkiye futbol iklimini de az çok hepimiz biliyoruz. Menajerlerin konuşulduğu, sürekli yaşlı oyuncuların transfer edildiği, o oyuncuların da sizin bahsettiğiniz gibi gerçek profesyonellerin çok uzak olduğu bir futbol iklimimiz var bizim. Böyle bir iklimde hem de yarışın içindesiniz. Şu anda da ligde bir yarış veriyorsunuz ve birinci lige yükselme şansınız mevcut, liderle aranızda çok puan farkı yok. Böyle bir iklimde siz bu devrimciliği gösterdiniz. O süreç nasıl ilerledi? Başta tepki aldınız büyük ihtimalle ama yine de gözü kara birisiniz ve bunu yaptınız. Ondan sonraki süreci de dinlemek isterim.
Korkaklar her gün ölür cesurlar bir gün ölür. Altınordu camiası eski bir camia. Hepsi efendi, ağırbaşlı insanlardan kurulmuş ama eskimiş, kendini yenileyememiş bir kulüp. 3. Lig’deyken aldık. Kulübün borçlarını üstlendik. Hemen gittik Kuşadası’nda bir otel kiraladık ve tam zamanlı bir kampa başladık. Bizim takımımızın başarısının arkasındaki, A takımın başarısının arkasındaki en önemli etken budur. Bütün Türkiye’ye söylüyorum; bizim devamlı kamp merkezimiz var. Yani oyuncularımız sabah 9’da işe girer gibi giriyorlar, akşam da antrenmandan sonra evli olanlar gidebiliyorlar, evli olmayanlar kalıyorlar. Haftada 1 gün izin var. O zaman ne oluyor? Herkes işine odaklanıyor. Sonra Kuşadası’nda başka bir otel bulduk, orayı yeniledik ve şimdi orada A takımı yerleştirdiğimiz, 4 yıldızlı bir tatil merkezi havasında bir yer yaptık.
Akademiyi de 2014 yılında, yani kulübü aldıktan 2 sene sonra açtık. Belevi sınırları içerisinde 80 dönüm bir arazi aldık. Bayağı parayla aldık, devletimiz vermedi yani! Devletimizle iş yapmak iyidir ama kolay da değildir. Bir kere özgürlüğün kısıtlanır. Geçmişten de çok tecrübemiz olduğu için mümkün olduğunca kendi imkânlarımızla ve dostlarımızın bize katkılarıyla yürümeye karar verdiğimiz için o araziyi aldık. Bankadan 7 yıl vadeli kredi aldım, bitiyor bu yıl. 2014’te araziyi aldık, 2015’te ilk binamızı ve ilk 2 sahamızı yaptık. 2015 bizim akademimizin başlangıç yılı ve tam konsantrasyonla başladığımız yıl.
Bu gibi kurumsal adımlar atıldıktan sonra felsefenizi yerleştirmek kolaylaşıyor değil mi?
2016 yılında bir takım kurmuştuk, ben o maçı izlemiştim televizyonda. Çok miskin, çok amaçsız, benim hiç istemediğim uzun uzun topa vurmalar, futbol oynamadan tamamıyla sonuç odaklı, sadece rakibin hatasına odaklı bir oyun formatı… Bu benim nefret ettiğim bir şeydir. Uzun vur, rakipten dönen topu karşıla oyun orada başlasın… Sen şimdi tiyatroya gidiyorsun sanatçı da çıkıp sana diyor ki: “Ben bugün oynamak istemiyorum siz bana soru sorun ben de size ona göre oynayayım.” Sen de diyorsun ki sanatçıya, “Sen bugün Macbeth’i oyna.” Böyle bir şey var mı? Sen oraya çıkmışsın, insanlar da bilet almışlar gelmişler seni seyrediyorlar ya da televizyondan izliyorlar. Bir bedel ödemiş seni izliyorsa sen orada futbolun gereğini yapacaksın. Futbol kaleciden başlar. Bunu yapmıyorsan bu işi doğru yapmıyorsun demektir. Bir işi doğru yapmıyorsan da hiç yapma, ben öyle düşünüyorum. Ben de bu anlamda o maçta bizim profesyonel takımımızın oynadığı oyunu herkes oynar dedim kendimce.
O zaman dedim ki, siz madem bizim ilkelerimize, bizim var oluş nedenimiz olan futbolu geliştirmek ilkemize aykırı davranıyorsunuz, o zaman gidin. Bu işi siz başka kulüplerde yapın, birçok kulüp var. Böyle oynadıktan sonra kendi yetiştirdiğimiz çocuklarla olabildiğince oynarız dedim. Böyle bir meydan okuma yaptım. Bunu yaparken de planlı programlı değildi. Sonuçta benim orada yaptığım tamamıyla Türk futbolunda futbol mesleğini icra eden profesyonel futbolcuların mesleklerine layıkıyla odaklanmadıklarının bir protestosuydu. O günlerden sonra daha iyi noktadayız kesinlikle. İki türlü eğitim var; biri evrimsel eğitim. Yavaş yavaş eğiteceksin ya da arada şok eğitimlerle insanları kendine getireceksin. İstenen bir şey mi? Tabii ki istenen bir şey değil. Ben de isterim herkes spora 5 yaşında başlasın, ondan sonra yavaş yavaş kendini özelleştirsin, olimpik sporlara girsin, herkes futbolcu olmasın, hayatında spor olmasa bile sportif düşünceyi meslek hayatında kullansın, daha coşkulu olsun, daha paylaşımcı olsun, daha sosyal olsun… Takım sporlarında böyle şeyler gelişiyor çünkü çok önemli bunlar.
Siz sporcu üretmekten, spor adamı olmaktan ziyade bir kültür inşa ediyorsunuz ve bence bu müthiş bir devrimcilik örneği.
Evet ama çok zor. Mesela günde sadece 3 saat bugünkü işlerle, günlük işlerle uğraşıyorum. Ama giderek azalıyor bu. O anlamda mutluyum, memnunum. Altınordu giderek kurumsallaşıyor. Ama ben artık öyle bir noktaya gelmeliyim ki, hep geleceği düşünmem lazım. Altınordu’nun geleceği nereye doğru gitmeli? Nereye doğru gidiyor Dünya? Dünya o tarafa doğru giderken bizim de orada yerimizi almamız lazım. Dünya’nın medeniyet torbasına bu topraklardan bir şeyler bırakmamız lazım, bunu düşünmem lazım. Günde 5 saat uyuyorum ve yetiyor zaten. Hep de böyle yararlı işler yapıyorum sanmayın. Çokça film de izlerim. Özellikle tarihsel belgeselleri çok severim. Tarihe tutkuluyum. Gerçek yaşam öykülerini çok severim, insana çok şey veriyor.
Yapılması gereken; 83 milyon içindeki 32 milyon genci, o enerjiye doğru kanalize edip, onların kendi yeteneklerinin hangi işte olduğunu belirleyip, onları o mesleklere yöneltmek olmalı. Bu manada ben, kendime 50 yaşından sonra hayatıma bir anlam katmak, bu gök kubbede hoş bir seda bırakmak adına, babamın bana izin vermediği, gençlik yıllarımda bana bir türlü rahat rahat futbol oynattırmadığı ve içimde kalan o duyguyu çocuklara yaşatmaya karar verdim. Birinci hayat amacım, bu toprakların çocuklarına spor yaptırmak, sporu sevdirmek ama spor yaptırırken de onların mutlu olmasını sağlamak. Onların gülmelerini, bu işten gerçekten keyif almalarını ve hayatta yarın futbolcu olmasalar bile, hangi mesleği yaparlarsa yapsınlar, o küçük yaşlarda almış oldukları takım olgusunu yerleştirip, ben değil biz diyerek, uyumlu ve insanlarla iş birliği içinde başarmanın tadını tatmış bir genç, bir delikanlı olarak hayatlarını bu şekilde yönetmelerini isterim.
Gerçekten de çok güzel bir felsefe bu!
Altınordu işte bu yüzden sadece bir futbol kulübü değildir. Aynı zamanda bir yaşam ve eğitim kurumudur. Ben toplam kaliteye inanan bir insanım. Oyuncu sahada çok iyidir ama saha dışında şunları vardır, bunları vardır… Yok öyle bir şey! O hiçbir zaman sürdürülebilir başarıların adamı olamaz. Bir gün lastiği patlatır. Yarı final maçında patlatır, hiç beklemediği bir anda patlatır ama bir gün patlatır. Bu anlamda, karakteri birinci sıraya koyuyoruz ve biz artık bunu da ölçmeye başladık. Yüzde yüz tutturur muyuz? İnsanın girdiği, insanın içinde olduğu hiçbir şey yüzde yüz değildir. Çünkü insanlar robot değildir. Ancak robotlar yüzde yüz aynı sonucu verir ama insan hiçbir zaman aynı sonucu vermez. Psikoloji tabii ki çok önemli bir ana bilim dalı. Sosyoloji de öyle ama insan odaklı olduğu için diğerlerine nazaran istatistiki olarak değerleri biraz opsiyonlu olarak değerlendirme gereği olan bilim dalı oluyorlar.
Kullanıyoruz, ölçüyoruz, moxo testlerimiz var, yurt dışından takip ettiğimiz başka testler var. Onları kendimize uyarlıyoruz, bu toprakların çocuklarına uyarlıyoruz. Hiç beklemediğimiz anda o testlerin zıttına sonuçlar da elde ettiğimiz oluyor. O zaman da onları not ediyoruz. Hiç olmazsa oradan bir sonuç elde etmeye çalışıyoruz. Çünkü bu insan odaklı, süreç odaklı ve garantisi olmayan bir iş. Futbol çok fazla temasa dayalı bir oyun. Vücudunuzu iyi bilmezseniz, iyi kullanamazsanız, atletik bir yapınız yoksa ve kendi vücudunuzun nerede neler yapabileceğini bilemezseniz çok fazla sakatlık yaşarsınız. Bu meslekte sakatlık tabii ki profesyonel hayatı çok etkiliyor. Çünkü bu mesleğin ömrü 15 yıl. Bu 15 yılda 3 tane ciddi sakatlık yaşamak demek, 5 yılın gidiyor demek. Sakatlık sonrası rehabilitasyon dönemi de oluyor. O yüzden aynı performansa gelmek kolay değil. Bu nedenle ülkemizde eksik olan profesyonellik kavramının üzerinde çok duruyorum.
Bu oyunun olmazsa olmazı iyi profesyonellik midir yani sizin için?
Bu bir meslektir, bu oyun değildir! Siz 8-10 yaşlarınızda mahallede oynarken biz sizi beğendik ve seçtik. O zamanlar da bu bir oyundu. Artık 13 yaştan itibaren, büyük saha formatına geçiyoruz. 19 yaşının sonuna kadar süren 7 yıllık bir süreç bu. Bunun oyun olmadığının, iş olduğunun bilincini vermeye çalışıyoruz çocuklara. Ve bu öyle bir meslektir ki; diğer mesleklere kıyasla daha kısa dönemlidir. 25 yaşında çalışmaya başlayan bir genç, 65 yaşına kadar 40 yıl çalışacak ve sonunda da emekli olacaktır. Burada ise 20 yaşından başlasan 35 yaşında, 15 yıl. Demek ki bizim bu çocukları 20 yaşında başta beş büyük lig olmak üzere üst düzey liglere ihracat yapabileceğimiz kapasitede oyuncular olmalarını sağlamak gerekir. Çocukların farkındalıklarının çok erken gelişmesinin gereği var. Türkiye’de futbolcu 25 yaşından itibaren olunuyor. 25 yaşına kadar alt liglerde oynayarak kendini buluyor çocuk ve pozisyon bilgisini oyun bilgisini geliştiriyor ve yavaş yavaş da delikanlılıktan kurtarıyor kendini.
O 20-25 yaş çok önemli. Benim de derdim zaten akademide hızlandırılmış eğitim yaparak çocukların mental gelişimini erken yaşlarda geliştirmek. Çocukları; her türlü futbol ortamında, hiçbir şeyden çekinmeden, kaygı ve endişe duymadan, çıkıp sahada özgüvenleri yüksek bir şekilde oynayabilen, duygularını arka plana atan ve daha çok aklıyla hareket eden futbol emekçileri olarak yetiştirmek istiyorum. Bu işin bir meslek olduğunu ve bu mesleği layığıyla yaptığında, takım oyunun gerektirdiği yardımlaşmayı da sağladığında başarıyla anılacağının bilincinde olan futbol emekçileri olarak yetiştirmek istiyorum. Avrupa’daki akademilerden ayrıştığımız ve tabi onlardan geride başladığımız en önemli mesele bu. Avrupa’da anne ve baba mutlaka gençlik zamanlarında bir spor yapmış oluyorlar. Orada spor hayatın bir parçası ve sağlıklı olmak için yapılır. Burada spor, gençlikte biraz yapılır ve iş hayatı başlayınca herkes yayar kendini. Kilolar alınır ve biraz halı sahalarda falan oynanır.
Bu profesyonellik bilincini sağlamanın püf noktası nedir?
Bizim işimiz fiziğe, enerjiye, dayanıklılığa bağlı bir iş. Futbolcu gündüz antrenmanını neden yapıyor? Dayanıklılığının devam etmesi için yapıyor. Atletik yapısının sürdürülebilir olması için yapıyor. Eğer bu çocuk antrenmandan sonra gidip kafelerde orada burada fink atıyorsa, aklı başka işlere doğru kaymışsa, o çocuğa sen günde 1 değil 3 defa antrenman yaptırsan Pazar günkü maça hazırlayamazsın. Anadolu’dan İstanbul kulüplerine gelip de başarılı olamayan genç sporcuların hepsinin başarısızlıklarının arkasında İstanbul’daki çok rahat yaşam var. Bu çocuklara küçük yaşlardan bu işin bir meslek olduğu bilinci verilmiş olsaydı, o zamandan vücuduna çok iyi bakması gerektiğini, onu hor kullanmaması gerektiğinin bilincine varsalardı böyle olmazlardı. 35 yaşından sonra her şey senin. İstediğini yap ama emekli olduktan sonra yap. İşte bu yüzden çok yetenekli gençlerimiz kaybolup gidiyorlar. Mesela Cengiz örneği; Cengiz’in kulüp olarak, akademi olarak koymuş olduğumuz ilkelere ve kurallara aykırı davrandığını biz hiç görmedik. Arkadaşlarıyla iyi geçiniyordu, kimseyle kavga etmiyordu…
Çünkü çok yaşanıyor böyle şeyler. Bu işi de kolay sanmasın kimse. 120-140 tane çocuğu, 10 ay bir yerde tutmak, onların kişisel endişelerini, kaygılarını bertaraf edecek bir sistem kurmak öyle kolay bir şey değil! Cengiz doğuştan uyumlu, her türlü ortama uyum sağlayan bir çocuk. Futbolun bir meslek olduğunu söylüyorsun alıyor, çabuk kapıyor çocuk. Bazılarına ise 20 defa da anlatsan bir kulağından giriyor bir kulağından çıkıyor. Bu anlamda da, akademide yetenekli olduklarını görmemize rağmen gönderdiğimiz oyuncular vardır. Şu an başka takımlarda oynuyorlar. Yine söylüyorum bu iş kolay değil, dünyanın en zor mesleklerinden. Yüksek nabızla oynuyorsun, rakip bir taktikle çıkıyor ve sen o taktiğe karşı bir taktikle çıkıyorsun, adamlarını öyle bir paylaştırman lazım ki hiç zayıf zincirin olmasın. Zayıf zincirin olduğu anda rakip bunu görüp seni oradan delmeye başlıyor. O zaman orayı da kapatmak zorundasın. Satranç gibi bir oyun var profesyonel futbolda. Bunu ancak ve ancak aşırı yüksek konsantrasyonla çözersin.
Mesleğin en zor yanı nedir sizce?
İş yerimizde insanlar, Pazartesi sabah 9’da geliyorlar akşam 6’da gidiyorlar. Pazartesi günü yaptığı bir hatayı Salı günü telafi etme şansı var. Futbol, bütün haftaki performansının küçücük bir 90 dakikaya sıkışmış hali. Sıkıştırılmış bir meslek bu. Hafta içi antrenmanlarda istediğin kadar iyi ol, Cumartesi akşamı bir sorun yüzünden kafan karışmışsa, bir tane adamı kaçırırsın ve golü yersin. Cezası bu kadar hızlı kesilen bir meslek. Bu anlamda sadece kendi kişiliğinin, kendi karakterinin oturması yetmez aynı zamanda da sosyal bir insan olman lazım. Sosyal insan olmak için de çocukların kitap okuyarak başka dünyalara girmesi, başka dünyaları okuması lazım. Bu dünyada her yerin al gülüm ver gülüm olmadığını, insanlığın ne gibi zorluklardan geçerek bu günlere geldiğini, insanoğlunun başından geçen bütün bu süreçleri biliyor olması lazım.
Yerel olmak önce evrensel olmaktan geçer. Ben çocuklarımıza söylüyorum; sizin sakatlanmanız bile odaklanmanızla ilgili diyorum. Eğer siz maça çıkarken bütün kafanızdaki çöp düşünceleri atarsanız, tamamıyla odaklanırsanız daha zor sakatlanırsınız. Kendinize bir totem bulun, ne yapacaksınız yapın ama maça çıktığınızda sadece oyunu düşünün. Bunu düşünmediğiniz anda, o çöp düşünceler sizin beyninizi kemirmeye başladığı anda mutlaka performansınız düşecek. Ya top elinize değecek, ya siz topun üstüne basıp kayıp düşeceksiniz. Sen odaklanmazsan rakibinin nereden geldiğini, nasıl geldiğini görmezsen, dar bir gözlükle bakarsan olmaz işte. Bunun da adı toplam kalitedir.
Toplam kaliteyi artırmaya yönelik çalışmalarınız oldu mu?
Benim hedefim çocuğu 5 yaşında alıp 8 yaşına kadar jimnastik, yüzme ve atletizmde eğitip ondan sonra bunların içinden ayağı topa yatkın olanları ayıklamak ve onlarla yola devam etmek. Çocuğun, annesinin babasının fiziğine, genetik yapısına bakacağız ve ondan sonra bu çocuğun nasıl bir atletik yapıda olacağını tahmin edeceğiz. En üst liglerde oynamak için yeterli atletik yapıya sahip olabileceği konusunda bilgi sahibi olabileceğiz. Topa yatkınları da belirledikten sonra oyun zekâsına bakacağız. 13 yaşına kadar çocuğun oyun zekâsını ölçeceksin, 13 yaşında hem atletik yapı hem de oyun zekâsı iyi olan oyuncularla akademide devam edeceksin. Artık buradan sonra üretimde başarı oranı %75 olmalı. Türkiye’de %10 bile değil. Bu iş gerçekten bir disiplin işi.
Şunu herkes bilsin; ticaret lay lay lom ile olabilir ama üretim yapılırken iş ciddi olur. Elbette sosyallik dönemimiz olacak, akşam 1-2 saat arkadaşlarınla takılacaksın. O zaman gevşek, rahat olabilirsin ama bunları karıştırmayacaksın. Şu anda dünyanın en büyük sorunu odaklanma. Çağımızın sorunu bu; internet, bilgisayarlar, cep telefonları… Hayatımızı kolaylaştırıyorlar ama gençlerimizin hareketsiz bir dünyada ve tamamen sahte bir dünyada yaşamalarına neden oluyorlar.
Ligde liderle aranızda çok az puan farkı var. Bu sezonun sonunda bence Süper Lig’e çıkmanız hiç hayal değil. 14 Haziran 2012’de kulübünüzün internet sitesinde -ki bence çok modern bir internet siteniz var- yayınlanmış ilk yazınızın son kısmında zamanlama planlaması mevcut. Siz o zamanlamayı çok iyi bir şekilde uygulamanın yanında çok da önüne geçmişsiniz aslında. Benim hatırladığım son 2-3 sezondur Süper Lig’in kapısından dönüyorsunuz ama zamanlamada bu sezon Süper Lig diye göstermişsiniz. Aslında şanssızlıklarla Süper Lig’e gelememiş noktadasınız.
O piramidi yenilememiz lazım. Çünkü o zamanlar 3 yabancı vardı şimdi ise 1. Lig’de 5 yabancı hakkı var. Bu bizim için bir handikap. Çünkü çaylak oyuncu, diyelim oyunun 70 dakikasında iyi oynayabilir ama oyunun öyle bir yerinde oyundan düşer ki orada hata yaparak senin puan kaybetmene neden olur. Tecrübeli bir oyuncunun oyundaki konsantrasyonuyla genç oyuncununki aynı değil. Genç, bir tane iyi hareket yapar ve onunla birlikte çok iyi hareketlere devam eder ama bir kötü hareket yapar aklı oraya takılır ve ondan sonra kendini toparlayamaz. Bu yüzden çaylak oyuncu oynatmak öyle kolay değildir. Sergen Yalçın bunu söyledi; “Burası Beşiktaş, benim burada genç oyuncu oynatma lüksüm yok, ancak hak eden oynayabilir” dedi. Rıdvan için söylüyorum mesela, ben Rıdvan’ı yıllardır tanırım. Evet, doğru, 3 büyüklerde yetiştirmek üzere çaylak oyuncuyu oynatmaya kalkarsan 1 kişi eksik oynuyorsun. Bu anlamda yarışmacı kimlik başka bir şey, yetiştirici kimlik başka bir şey.
Süper Lig, kendi adını koymuş zaten. Süper Lig’de çaylak oyuncu oynatma lüksü 3-5 kulübün vardır. Başka türlü zor, ancak üst düzey olması lazım. Biz çocuklarımızı oynatıyoruz ama başka kulübe göndersek oynatmaz kimse. Çünkü herkes tecrübeli oyuncu istiyor. Senin çocuğun orada 2-3 tane güzel hareket yapar ama 1 hatası göze batar. İnsanlar böyledir, insanlar nankördür. İnsan unutur, övmeye değil yermeye meyillidir. O yüzden Altınordu 1. Lig’de çok doğru bir yerde şu anda. Altınordu Süper Lig’e çıktığı zaman ben nasıl oynatacağım? Biz normalde 90 dakikada 7-8 tane çaylak oyuncu oynatıyoruz. Süper Lig’de 4 tane çaylak oyuncuyla 34 maç mağlup olmamak için çıkacağız ve bunu da Altınordu’nun bugüne kadar kurmuş olduğu, bu ülkede bir rol model olan, altyapı organizasyonlarında insanlara ve kulüplere örnek olacak bir rol model olarak yapacağız. Süper Lig’e çıkıp da orada yabancı futbolcu oynatmayacağımıza göre… Yeminimiz var sonuçta.
Bunun, -çok az bir kesimden olsa bile- katı ve ırkçı bir tutum gibi algılanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunun ırkçılıkla alakası yok. Biz şunu söylüyoruz, bu ülkenin 32 milyon genci var ve yetişkinler bu gençlere gerekli değeri vermiyorlar. Mesela üniversitelerin kurulmasını artık istemiyorum. Meslek okulları kurulsun. Artık eli iş tutan insanlara ihtiyacımız var. Bu memleketin üretmeye ihtiyacı var. Ziraat ve tarımda reforma ihtiyacı var. Neden büyük kooperatif alanlarda büyük üretimler yapıp büyük ihracatlar yapmayalım? Bu kadar güzel bir iklimimiz var, aynı şekilde 3 tarafımız deniz. Neden bizim balıkçılık sektörümüz gelişmesin? Futbolun ham maddesi kimdir? Genç insanlar. Bizim memleketimizde genç insanı bulmak için çok kazmana gerek yok. Bu Azerbaycan’da petrol çıkmasına benziyor. Bizim artık insana yatırım yapma dönemimiz geldi. Genç insanın da hareketli olması lazım, coşkulu olması lazım. Hep kendini aşacak hayalleri olan gençlerden bahsediyorum. “Ne iş olursa yaparım” değil, “Ben buraya geleceğim, bu işi yapacağım ve 10 yıl sonra da burada olacağım” deyip kendine hedefler koyan ve o hedefler için yaşayan tutkulu gençlerden bahsediyorum.
Bu topraklar böyle, bu toprakların petrolü yok. Petrolü olmadığına göre, doğalgazı olmadığına göre biz kendimiz katma değer yaratacağız, kendimiz bu ülkeyi refah toplumu yapacağız, daha eşit paylaşımlı bir toplum haline geleceğiz, daha demokrat bir toplum haline geleceğiz. Üretirsek olur bunlar. Kadınların iş hayatına kesinlikle katılması ve burada artık pozitif ayrımcılık yapılması lazım. Şirketlere kadın kotaları koyulması ve herkesin de bunu uygulaması lazım. Uygulayan var tabi, uluslararası şirketler uyguluyor. Ben kendime düşen pay olarak şunu söylüyorum, yakın zamanda inşallah kadın futboluna da gireceğiz. Bu benim kadın ölümlerine karşı kendimce yaptığım bir protestodur. Erkek futbolunu bitirmeden kadın futboluna girmek istemiyordum ama yavaş yavaş o tarafa doğru, küçük yaşlardan başlayarak böyle bir organizasyon da açmayı düşünüyorum. Ama sadece bu topraklarda. Zaten Altınordu sadece bu topraklarda çalışıyor. Bu topraklarda yaşıyoruz, bu toprakların çocuklarına spor yaptırmak, sporu sevdirmek için varız. Hayatımız hep bu şekilde devam edecek.
Şu anda oyuncularınıza talep var. Özellikle Avrupa’dan çok yakın temaslarla takip edilen bir proje Altınordu. Zaten oyuncuların transferlerinde de kariyer planlamasını oyuncularla birlikte yaparak onları yönlendiriyorsunuz. Bilinmiş örneklerden gidecek olursak Çağlar’ın transferinde, onunla nasıl bir görüşme yaptınız? Çünkü şu anda geldiği nokta da Çağlar İngiltere’de sayılı savunmacılardan biri.
Freiburg’un teknik direktörü, Çağlar’ı 2 maçta izliyor ve diyor ki ben bu çocuğu istiyorum. Bizim de her yıl bir oyuncu satmamız lazım bütçemizi denklemek için. Toplamda 2.5 milyon avroya el sıkıştık. Bir haber geldi, aile çocuğu Almanya’ya göndermiyor. Nasıl olur böyle bir şey? Bizim zaten var oluş amacımız bu. Ne güzel bak, biz söylemeden birisi kendisi istiyor, bundan daha güzel bir şey mi olabilir? Ailesi diyor ki: “Beşiktaş istiyor bizim çocuğumuzu, uzaklara gitmesin çocuk”. Bu çok doğal bir şey, bir annenin çocuğunu özlemesi kadar doğal bir şey olamaz. Çağlar dedi ki; “Başkanım, sen benim ikinci babamsın. Ben senin her dediğini yaparım ama annemin önüne geçemem. Sana söz veriyorum ben sezon sonuna kadar annemi ikna edeceğim, sezon sonu gideyim.” dedi ama sezon sonu adam seni isteyecek mi? Biz de adamlara evet demiştik. Tecrübesizlik işte.
Bu arada Freiburg bize hakaret etti. Siz Türkler hep böylesiniz dedi. Biz böylece aynı torbanın içine girdik. Benim en korktuğum şeydi. Ben hemen yeğenimi aradım, eşi Alman. Kenan gitti oraya konuştu ama adamlar çok kızdılar. Biz sezon sonu için konuşurken adamlar defolun gidin demeye getirdiler. Bu arada Beşiktaş’a Fikret Orman geldi, tanıştık, dost olduk. O da benim yaptığımın çok ulvi, çok saygıdeğer bir iş olduğunu söyledi. “Bu sahaları, binaları her şeyi biz de yaparız ama bu felsefeyi uygulayacak seni nerede bulacağız?” dedi. Ben de dedim ki; bu bir süreç. Herkes benim tekâmül dönemimi geçirince Türkiye’de de benden sonra çıkacaktır birileri mutlaka. Ben de mesela rahmetli İlhan Cavcav’dan çok şey öğrendim. O daha çok iç pazara yönelik işleri çok iyi yapan bir büyüğümüzdü. Ben daha çok ihracata yönelik, dış dünyaya yönelik, evrensel olmaya yönelik hareket ediyorum.
Sonunda sezon kazasız belasız bitti. Ondan sonra arayıp “Ne durumdasınız?” dediler. Çağlar da ayarlamıştı annesini. Baktım arıyorlar, hemen gittik. Aynı kağıtları imzaladık, ne bir kuruş aşağı ne bir kuruş yukarı. Ocak ayında neyse Haziran ayında aynısını imzaladık ve Çağlar’ı gönderdik. Çağlar’ın ilk haftaları kötü geçti, ilk haftalar hatalar yaptı. Mesela o hataları Beşiktaş formasıyla yapsaydı ne olurdu? 3 büyüklerde hiçbir futbolcunun o kadar hata yapma lüksü olduğunu düşünmüyorum. Çağlar’ın sanıyorum 7. maçına gittik Almanya’ya. Artık Çağlar oturmaya başlamıştı takımda. Ben oraya metroyla gittim. Metroda da Türklerden biri beni tanıdı, “Aa Altınordu başkanı burada!” dedi. Dur dedim, bağırma. Adam bir de Almanca “Çağlar’ın geldiği kulübün başkanı budur” dedi. Herkes geldi, İngilizce bilenlerle biraz konuştum. Bir tanesi bana dedi ki; “Çağlar ilk 3 maçında bize en az 4 puan kaybettirdi ama biz Çağlar’a güveniyoruz. O cesur yürekli.”
Mesajlarınızı ‘Altınordu Yediemini’ olarak imzalıyorsunuz. Nedir bu ‘Yediemini’? Bunu merak ediyorum.
Emanetçi. Eskiden şehirlere ziyaretçiler gelirmiş develerle, atlarla. Adamın kıymetli eşyası var diyelim, adam gidermiş emanetçiye, sandığa koyup kitlermiş ve yediemine bırakırmış. O emanetçi kesinlikle el sürmez, o sandığı açmaya çalışmaz. Adam şehirde 3 gün işini görür, ondan sonra o sandığı alır deveye yükler yoluna devam edermiş. Saraybosna’dan Mekke’ye hacca gidiyorlarmış. İnsanlık nereden nereye gelmiş. O yüzden ‘yediemin’ sözünü çok beğeniyorum.
Son olarak ne söylemek istersiniz?
Bizim ülkemizde maalesef başkan enflasyonu var. Her şeyde, her yerde başkan var. O kadar çok başkan sıfatıyla dolaşan insan var ki bu çok rahatsız edici bir şey. Ben bundan utanıyorum. Kendimi başka insanlardan yüce görmüyorum. Sadece kendimi bulmaya çalışan biriyim. Bulmaya çalışırken de bitmiyor tabi, hep yeni bir şey öğreniyorsun. “Tek bildiğim bir şey var; o da hiçbir şey bilmediğimdir” demiş Sokrates. Bir insanın ömrü ne kadarsa, çok şey bilerek gitmiyoruz. Evrendeki bilgilerin yüzde birini bile bilsek büyük bir oran. O yüzden de çok bilgiçlik taslamamak lazım. Hepimizin eşit olduğunu ve bu sıfatlarla kimsenin kimseye üstünlük sağlamaması gerektiğini düşünüyorum. Kimsenin yarın ne olacağı belli değil. Bununla ilgili dünyada öyle örnekler var ki… Başkanlık sıfatı da gelip geçici bir şey olduğu için ben kullanılmasını doğru bulmuyorum. Bana kimse patron demiyor, Mehmet Bey diyorlar, çok eskiden beri tanıdıklarım da Mehmet Ağabey diyor.
Hiç kimse de bana patron diye hitap edemez. Öyle bir geleneğimiz yok. Babadan almadık zaten öyle bir şeyi. Bizim babamız Kenan ustaydı, babama kimse Kenan Bey demedi, babam da zaten usta sıfatıyla konuşulmasını ister çünkü kendi mesleğinin ustasıydı. Bir insanın becerisiyle anılması daha güzel. İnsanın çıraklık dönemi olabilir, ikinci dönemde birinci dönem aldığın tecrübeyi değerlendirip yapacağını yaparsın ve yanındakini de geliştirirsin. Böylece bir gelenek oluşur. Bu zaten Kırşehir’de çıkan ahilik geleneğidir. Ahilik geleneğinde de yamaklıktan başlar; yamaklık, çıraklık, kalfalık ve ustalık. Bu bir süreçtir ve her sürecin yılı vardır. Bu çok değerli bir Anadolu kültürüdür. Biz çıraklık, kalfalık, ustalık sürecini de yok ettik. Önce mesleği öğren. Bizim zaten kadromuzda alttan gelenler oldukça gidin daha iyi şartlarda Türk futboluna hizmet edin deriz. Biz aynı zamanda antrenör de yetiştiriyoruz. O yüzden ben kendimi başkan değil Altınordu armasının emanetçisi olarak görüyorum. Bir tek canlı varlık kendisinin öleceğini biliyor o da insan.
Biz bir gün öleceğimizi bildiğimize göre ve bunun da ne zaman olacağını bilmediğimize göre, bizim her şeyin emanetçisi olduğumuzun bilincinde olmamız lazım. O yüzden ben kendimi büyük göstermektense ‘yediemin’ mahlasını kullanıyorum. Ben bir emanetçiyim, bu emaneti de Allah bize nefes verdiği kadar taşıyacağız. Benden sonra gelenlere kurumsal bir Altınordu bırakmak istiyorum. Her şeyiyle benden sonra da rahatlıkla yönetilebilecek, hiçbir şekilde kaosa düşmeyecek, kendi ekonomisini kendi yaratan, namerde muhtaç olmadan onurlu bir şekilde yaşayan, bu toprakların çocuklarına hizmet eden ve bu çocukların yabancı ülkelerde bu toprakların elçisi olarak yaşayabilecekleri onurlu insanlar olarak yetiştirmek istiyorum.
Bu bir süreç…