Yaşadığı çağın ve coğrafyanın ötesinde hayaller kuran insanları dinlerken iki seçenek belirir zihninizde. Ya onların deli olduğunu düşünürsünüz ya da hikâyelerini dinlerken zamanın akışını unutarak hikâyelerine ortak olursunuz. V Spor Dergisi Nisan ayı konsepti olan ‘Değer’ kavramını “bu toprakların çocuklarına” en çok inanan kişilerden biri olan Seyit Mehmet Özkan ile kendi dönüşümünü merkeze alarak konuştuk. Mehmet Ağabey ne Gregor Samsa misali bir sabah bu düşüncelerle uyandı, ne de Don Kişot gibi sonunu getiremeyeceği bir savaşa kalkıştı. Kendisinin de çok sık söylediği gibi; “Bu bir süreç.”
Öncelikle genel süreçten konuşalım istiyorum. Her şey sizin için nasıl başladı?
Ben, eli anahtar tutan bir ustanın oğluyum. Babam tornacı ustasıydı. Gençliğinde hep çalışmıştı. Ben ailenin en büyüğüyüm. 1 kız kardeşim, 1 erkek kardeşim var. “Sen futbol oynamayacaksın, futbolcu olmayacaksın, kalemi öğreneceksin ve kardeşlerin seni örnek alacak. Hepiniz okuyacaksınız!” dediler. Ben Eşrefpaşa doğumluyum. Mahallede birçok çocuk İzmirspor’da forma giymeye başlamıştı. Bir sabah evden kaçtım, amatör maçı vardı. Babama kulüplerde görevim var çalışma yapacağız demiştim. Aylardan da Nisan’dı. İzmir’de nisan güzeldir. Benim en küçük kardeşimin de ayağı alçılıydı, hava alsın diye Çeşme’ye götüreceklerdi. Orta saha oynuyorum, korner oldu. Başar diye bir arkadaşım var. O dönemlerde toplar ağır. Ön direğe gel diye bağırdım ancak oraya yetiştirebileceğim için. Ben bağırınca, “Kenan Amca” sesleri geldi. Babam sahadan içeri girmiş, bana doğru geliyor… Tellerin üzerinden atladım, kaçmaya başladım. Kardeşlerim geldi: “Abi, babam sana bir şey yapmayacak, söz! Çık dışarıya.” dediler. Ayağımda krampon, üzerimde formayla çıktım. Babam: “Bu iş böyle olmayacak Mehmet, sen bana söz vereceksin! Söz vermezsen senin 2 ayağını da kıracağım, seni tekerlekli iskemleyle Ege Üniversitesi’ne götürüp getireceğim. Sen adam olacaksın!”. Ben de ağlıyorum, hem adam olacağımı hem de futbolcu olacağımı söylüyorum. İkisi bir arada olmaz diyor. “Benim dediğim olacak, geleceği biliyorum. Futbolcu olmayacaksın, adam olacaksın!” diyor. En sonunda tamam dedim. Lise 1’deydim. Yemin ettim, futbol oynamayacağım dedim. Profesyonel düşünmeyi bıraktım.
Sonrasında kendi yolunuzu çizmek kendi tercihiniz miydi?
Babamın istediği gibi oldu, ODTÜ’ye girdim. 5 yıl sonra orada top oynuyorduk. Herkes tatilden gelmiş. Çıktım sahaya, yanımda çok yakın arkadaşım olan Sinoplu Ferdi var. İkimiz ortalığı duman ediyoruz. Bizi hemen okul takımına aldılar. Bundan 1 sene sonra ODTÜ, Türkiye şampiyonu oldu. Babam gene öğrendi tabi. 20 yaşındayken, şampiyon olduktan 1 sene sonra babam Buca’da çalışırken oksijen tüpü patladı ve yandı. 1 sene kadar yanıklarla mücadele etti. Mecburen okulu bıraktım ve çalışmaya başladım. O zamanlar borcumuz vardı. Okul için İzmir’li bazı abilerin desteğiyle dekandan izni almaya gittim. Dekan, “Benim yıllık izin verme yetkim yok, rektöre gidin.” dedi. Rektör o dönemlerde benim için Tanrı gibi bir şey tabi! Sekretere anlattık durumu ama rektör bizimle görüşmedi bile. “Bir karar versin, ya işinin başına dönsün, ya da okuluna devam etsin. İkisi birden olmaz!” demiş. Ya okul, ya iş… Benim hayatımda hep tercihler önüme çıktı, hep bir tarafı seçmem gerekti. “Tamam, o zaman” dedim, okulu bıraktım ve çalışmaya başladım. Ondan sonra benim dönüşüm yıllarım başladı. Çocukluk yıllarım 20 yaşında bitmiş oldu. Tam okulda en güzel yıllarımın geçeceği dönemde okulu bırakmak zorunda kaldım. ODTÜ’ye gittiğimde 17 yaşındaydım ve İzmir dışına hiç çıkmamıştım. Değişik coğrafyalardan insanlarla tanıştım, şapkalar açılmaya başlamıştı. Hayatı öğrenmeye başladım. Tokat elmasını ilk defa orada görmüştüm.
Bu sürecin ardından eğitim hayatınız nasıl geçti peki?
Dünya o zamanlar o kadar büyüktü ki, Amerika’yı, Avrupa’yı gözümde çok fazla büyütürdüm. Brezilya’ya gitmek, oralarda insanlarla tanışmak falan mümkün değil gibi gelirdi. O dönemler tabi Soğuk Savaş yılları. Herkes kendi içine kapalıydı. Ya ABD’den yana oluyorsun, ya da SSCB’den yana oluyordun. O yüzden de kendi içimizde kavrulan küçük bir ekonomimiz vardı. Türkiye, Özal’la birlikte ekonomide büyük bir atılım yaptı. Ekonomi de hayatın bütününü etkileyen bir şey. İyi de olsa çok etkiliyor, kötü de olsa çok etkiliyor. Özal, Türkiye’yi dünyaya açınca bizim küçük olan işletmemiz büyümeye başladı. Benim çok hırslı, asla vazgeçmeyen bir ritmim vardır. Babam hiç öyle değildi. Bırak kim ne yapıyorsa yapsın düşüncesindeydi. Ben 1 yıl sonrasında okula geri dönmüştüm, arkadaşlarım sağ olsunlar bana destek olmuşlardı. Adil, Liya, Samim… Biz maalesef iyi eğitim alamadık, sürekli sağ-sol çatışmaları oluyordu. 2 gün iş, 3 gün okul okuyarak okulu bitirdim. İşletme bölümü diğer bölümlere göre kolaydır. Tabi ODTÜ’de hiçbir bölüm kolay değil ama diğer bölümlerle kıyasla işletme çok daha kolaydır. Hallettik bir şekilde, mezun olduk.
Ardından da Bucaspor süreci başladı sanırım!
Bizim ilk haddehanemiz Buca’daydı. Buca Belediye Başkanı Işılay Saygın, İzmir siyasetinde ve Türkiye siyasetinde önemli insanlardan biridir. O zaman aramızda dostluğumuz oluştu. Ben çok çalışıyordum. O da bunu görüyordu tabi. Özal, başbakan oldu. 1984 yılında 3. Lig’i kurdu. Şart şuydu: 1 tane sahan olacak, soyunma odaları olacak, su akacak ve olası olaylara karşı tazmin edilmek üzere teminat mektubu ödenecek. Teminat mektubu da 10.000 TL. Işılay Hanım geldi, babamla konuşuyor, -Işılay Hanım’ın da sporla alakası yoktu bu arada- “Kenan Usta, ilçe olarak biz 3. Lig’e katılacağız. Teminat mektubu için herkesten ücret topluyorum, toplamda 10.000 TL; size de 1.000 TL yazdım.” dedi. O sırada ben içeri girdim. “Sen bu işleri daha önce söylemiştin, seni yönetim kuruluna alalım Mehmet” dedi. “Haftada 1 gün toplanıp karar alınacakmış, yaparsın” dedi. Olur mu öyle şey? Sadece Salı günü gidip karar almakla yöneticilik mi yapılır? Takımla uğraşacaksın, ilişkileri kuracaksın… Özetle, işim gücüm olduğunu, yapamayacağımı söyledim. Hem de yeni evlenmiştim. 1983’te Işılay Hanım zorla beni yönetim kuruluna yazmış. O zamanlar para kazanma odaklıyım, sadece toplantılara gidip geliyorum. Bir toplantıya gittim, her kafadan ses çıkıyor, bir türlü birlik olamıyoruz. “Arkadaşlar benim burada sizin gibi lafla zaman geçirecek vaktim yok. Siz ne zaman gerçek profesyonel bir kulüp olursunuz, o zaman beni çağırırsınız” dedim. Bu sözü söylediğim arkadaşlarımdan birisi belediye başkanı oldu, Ertan Erdek. Ertan Erdek bana bu sözle geldi: “Haydi Mehmet! Biz gerçek profesyonel kulüp olma kararı aldık, sen de geliyorsun aramıza. Bundan sonra her şeyi düzenli yapacağız.” Yıl 1989, kulübün profesyonel şube sorumluluğunu aldım; yaşım 34.
“Nasıl başlarsan öyle gider” dedikleri bir tabir var. Kariyerinize başarılarla mı başladınız?
Göztepe, Altay, Karşıyaka ve İzmirspor; bu dört kulüp de o zamanlar piyango yaparlardı, bu şekilde gelir elde etmeye çalışılırdı. O zaman Türkiye çok küçüktü, Dünya da çok göçüktü. Şimdiki paralar yoktu. Yıllarca bu kulüplerle ilişkim oldu. Hepsinin kapısını çaldım, ikişer oyuncu aldım ve yepyeni bir takım kurduk. O sene Manisaspor’la müthiş bir çekişme yaşadık. Manisaspor devamlı olarak bizim 2 puan önümüzde yer alıyordu. En sonunda Allah yüzümüze güldü ve biz averajla şampiyon olduk. Ondan önce babamdan ve eşimden 3 aylık izin istemiştim. Bu işi namusumuzla bitirelim, arkamızdan teneke çalacaklar; bizimle dalga geçecekler dedim. Babam bana, eşimi ve işimi ihmal ettiğim için 3 ay izin verdiğini söyledi. Ben de başarıyla sonuçlandıracağıma söz verdim. Üç ay takımım başından hiç ayrılmadım, bütün antrenmanlara katıldım; her yere takımla beraber gittim. Bugünkü anlamda sportif direktörlük gibi bir şey yapıyordum. Sakatlar vermemize rağmen büyük bir mücadeleden sonra biz averajla şampiyon olduk. Ertesi gün eşimi aldım ve Antalya’ya gittik. O zamanlar cep telefonu yok, araç telefonu var. Söktüm ve hiç kimse bana ulaşamadı. 1 hafta Antalya civarında eşimle gezdik. Döndüğümde ısrarlara rağmen babama sözümün olduğunu, içlerinde kötü adamlar olduğunu ve bu işi yapmayacağımı söyledim. Yapmadım da.
Tekrar dönüşünüz nasıl oldu?
1994 yılında tekrar beni çağırdılar. Takım düşme potasındaydı. Tekrar aldım takımı, düşme potasından kurtardım. Rahmetli Ergun Kantarcı antrenörümüzdü. Ertesi gün rahmetli Yıldırım Vural’la yepyeni bir takım kurduk. Kurduğumuz ilk takımla play-off oynadık, neredeyse Süper Lig’e çıkacaktık! O sene Cem Uzan’ın takımı Adanaspor çıktı, Adanaspor’a kök söktürmüştük. Maç 10 dakika daha uzasa biz yenecektik çünkü Adanaspor’un pili bitmişti. Kulübe ikinci defa geldiğimde işlerin sandığım gibi olmadığını anladım. Oradan buradan oyuncu topluyoruz, sezon sonu 1-2 tanesi kalıyor, yeniden takım kuruyoruz. 1996 yılında eski kulübümde ilk defa genç takımızı şekillendirmeye başladık ve futbol okulumuzu kurduk. Bu işten hoşlanmıştım. Buca’da Boşnak çocukları çok vardı. Buca’nın ilk kuruluşu tamamıyla suyun öte yanındandı. Suyun öte yanı; Meriç Nehri’nin öte yanı demek. O bölge sulak ve dağlık bölgedir. İklimi İzmir gibi yumuşak değil, daha sert iklim. İnsanları daha dayanaklı oluyor. Futbol da fiziğe dayalı bir takım sporu. Dayanıklılık 2. kriter, 1. kriter hız. Mental olarak her şeyden önce ilk bakacağımız şey karakter. Hız yoksa Süper Lig oyuncusu olamazsın. Hız var, dayanıklılık yok; Süper Lig oyuncusu olamazsın. Dayanıklılık var, hız yok; Süper Lig oyuncusu olamazsın. Bir oyuncunun Süper Lig oyuncusu olması için bu 3 tane ana kriterin diğerlerine kıyasla çok daha iyi olması lazım. Bunlardan biri bile olmazsa yavaş yavaş aşağı seviyelere düşersin.
Başkanlık serüveni de bu değişiklikten sonra mı başladı?
1997’de başkan oldum, Beşiktaş’a 2 tane futbolcu sattım. Ahmet Hamoğlu isimli başkan vardı Beşiktaş’ta. Rasim Kara, milli takım antrenörüyken bizde de Ufuk diye bir çocuk vardı. Ufuk’u stoper oynatıyorlarmış. Orhan Ağabey, “Bu çocuk stoper oynamaz; çok hareketli” dedi ve biz bunu forvet arkası oynatmaya başladık. Ufuk, 10-15 maçta herkesin gözüne çarpmaya başladı ve A Milli Takım’a girdi. Rasim Kara, 2. Lig’den Ufuk’u A Milli Takım’a seçmişti. 1 tane de Emre diye bir çocuğumuz vardı, İzmirspor’dan almıştık. Emre ön libero oynuyordu. İnce, uzun, kara bir oğlan. Bacakları uzun, her topa değiyor. Enteresan bir çocuktu. Beşiktaş geldi ve bu iki oyuncuya bizim hayal edemeyeceğimiz parayı verdi. Para oyunu bozuyor, kesinlikle çok kirli bir şey para. Çünkü, para girdiği anda dostluklar, arkadaşlıklar, kardeşlikler, geçmişte yaşanan anılar hepsi bir anda unutuluyor. Kulübe para girer girmez bizim arkadaşlar bir anda biz şampiyon olalım demeye başladılar. Ben hadi bana eyvallah, sizin zaten paranız var bana ihtiyacınız yok dedim. Biliyor musun, parası olanın akla ihtiyacı yoktur. Parası olduğu için her şeyi bildiğini zanneder.
Güç zehirlenmesi denilen şey aslında…
Evet, aslında para ona doğru yönde kullanılması için bir araç olarak verilmiştir. O, bu ayrıcalığı tamamen kendine yontar, egosu yükselir ve her şeyi ben biliyorum der; sonunda da kaybeder. İnsanoğlu acelecidir ve kendi egosunu sever. Egosunun okşanmasından hoşlanır. O zehirlenmeden kurtaramaz insan kendini. Bu yüzden ben yokum arkadaşlar dedim. O zamanlar 1 tane binamız bile yoktu, gecekondu gibi bir yerde yapardık toplantımızı. O parayla binayı toparladılar ve güzel takım kurdular. 3 ay sonra o güzel takım teklemeye başladı çünkü yönetim kurulunda her kafadan bir ses çıkıyordu. En sonunda “Biz bunu çözemeyeceğiz ne yapalım Mehmet’i çağıralım” dediler ve beni çağırdılar. Böyle olmaz ama karışmayacaksınız dedim. Bu arada dışarıdan da yönetici ithal etmişler. Eskiden herkes Bucalıydı, sonunda bir ortak noktada buluşabiliyordun. Herkes arkadaştı, kızsalar bile kol kırılır yen içinde kalır denilebiliyordu. Şampiyonluğa oynayacağız dedikleri için dışarıdan yöneticiler de alınmış. İthal yöneticilerle Bucalı yöneticiler arasında bölünme var. Sonrasında ben başkan oldum. İki tarafa da; “Kimse istifa etmesin, bu işi ortak akılla yapacağız. Madem beni çağırdığınız, ben sizi dinleyeceğim ama kararı ben vereceğim.” dedim.
Dönüm noktanız olarak görebileceğiniz bir maç hatırlıyor musunuz?
Yıl 1997, biz başladık. O sene de Aydınspor’la çekişiyoruz, çok iyi takım kurulmuş. Biz, Aydınspor’dan 8 puan gerideyken Aydınspor’da yönetim krizi oldu. Yönetim krizi olunca paralar ödenmiyor vb. derken Aydınspor, patır patır puanlar kaybetmeye başladı. İşi tamamen kavrayan bir yöneticilik anlayışım var. İnsanlara güvenen, insanlara konuşan, insanları oyunun içinde coşkuyla tutmaya çalışan tarafım vardır benim. O devreye girince biz gerçek bir takım olduk. Antalya’da play-off dönemi geçirdik. Biz Antalya’ya gittiğimizde herkes finali Bucaspor’un oynayacağını söylüyordu. Ve, o sezon yine Adanaspor vardı, Kahramanmaraşspor ve Şekerspor vardı. Şekerspor’un başında da Celal Kıbrıslı diye bir antrenör vardı. Biz 3 gün önce gittik Antalya’ya, Şekerspor maçtan 1 gün önce geldi. Herkes bizim egomuzu şişiriyor. Siz çıkarsınız, şöylesiniz, böylesiniz vb. 1. gün maçlarında 4 tane takım sahne aldı. 4’ü de çakılı 3 geride, önlerinde 1 tane ön libero, ondan sonra 2 ve 1. Yani tamamen gol yememeye oynuyorlar. İlk 20 dakika kimse risk almıyor, herkes rakibi tartıyor. 30. dakikadan itibaren açılmaya başlıyorlar, atan kazanıyor. Akşam maçtan sonra toplantı yaptık. Biz de 4-3-3 oynuyoruz. “Ya Mehmet, bu işi söyleyecek olan sensin; sen konuş hocayla” dediler. Ben de cesaretimi topladım, akşam 9 gibi hocaya, “Hocam gördün değil mi, herkes defansif kurguyla sahaya çıkıyor.” dedim. “Sen bana güven, ben yarın 3 forvetle değil, 4 forvetle çıkacağım. Golü atacağım, sonra normal oyunuma döneceğim. Çünkü herkes yavaş başlayacak diye bekliyor. Ben tam tersi başlayacağım, baskı kuracağım, golden sonra Müfit’i alacağım.” dedi. Müfit de o zaman defansta en güvenilir, en aklı başında oyuncumuz.
Şekerspor’la ilk maçımız oynanıyor, Şekerspor sahaya çıktı. Adamların 3 tane oyuncuları var, hepsi pırpır. Sahada basmadık yer bırakmıyorlar. Harika bir taktik; kapanıyorlar, sonra bir anda açılıyorlar. Biz devamlı saldırıyoruz ve kontratak yiyoruz. Gerçekten de aslında ilk golü biz kaçırdık ama 2. kontrataklarında golü yedik. Sonrasında biz daha çok açıldık ve 1 tane daha yedik. Devre biterken 1 tane gol attık. Biraz ümitlendik. Yine millet bana geldi, “Mehmet ne olursun konuş şu adamla” diye. Ya manyak mısınız kardeşim niye konuşayım? Sonunda Celal Kıbrıslı hem bizi yendi 4-1, bizden sonra da diğer 2 takımı da yenerek Süper Lig’e çıktı. O gün Antalya’ya son gelen takım şampiyon oldu. Yine aynı şey; para her şey değildir hayatta. Celal Kıbrıslı’nın kurduğu takım çok ucuza kurulmuş bir takımdı ama adam futbolla yatıp futbolla kalkan bir adamdı. Futbolu çok iyi bilen bir teknik adamdı. Selam olsun kendisine. Oyun kurgusunu iyi bilen bir antrenördür. O sezon Şekerspor’u Süper Lig’e çıkardı. Sonunda ben Antalya’dan dönerken çok büyük bir yemin ettim. Bir daha lejyon kadrosuyla çıkan bir takımın başkanlığını yapmayacağım! O maçtan sonra ettiğim yemin bir dönüm noktası. O gün bir daha kesinlikle bir lejyon, yani profesyonel bir takım kadrosuna hiçbir zaman önderlik yapmayacağıma dair kendime yemin ettim.
Bu yemin, hayatınızın devamını nasıl şekillendirdi?
O zaman 42 yaşındayım. 2 gün sonra toplantı yaptık, kendi isteğimle altyapının başına geçtim. Burada örnek bir altyapı kuracağım, üstyapıyla ilgilenmeyeceğim dedim. Sağa sola, “Futbol altyapısında iyi olan kim var?” diye sordum. TFF’ye de çokça söylemişimdir, yarışmacı takım antrenörlüğü ile futbol altyapı antrenörlüğünü ayrı kullanalım diye. 2008’den beri söylüyorum. Tamam, şu anda da futbolcu geliştiriyorsun ama sıfırdan. Çocuk yaşlarda bir çocuğu, delikanlılık döneminde gençlik evresinde büyütüyorsun. Öbüründe ise iyi yetişmiş bir elemanı, sadece taktik olarak ve fizik kondisyon olarak hazırlamaya yönelik bir odaklanma var. Yine de 1997 yılında ben hiçbir şey bilmiyormuşum. Çocuklar gelecek antrenman sahasına girecekler, sonra onlara işte sağ bek, sol bek, stoperler, orta saha, sağ açık, sol açık, forvet, forvet arkası… Bunları öğreteceğiz sanıyorum! Sonrasında Abdullah Hoca (Turgut) ile 1982 ve 1983 doğumlardan bir takım kurduk. Bayağı ciddi çalışıyoruz. O zamanlar 1982 doğumlular U17 oluyor. 17 yaşındaki çocuklardan oluşan bir takımı yaptık. Biraz eksikler vardı. Sağa sola haber saldık. İzmir’in diğer semtlerinden üç beş tane daha çocuk topladık. U17 takımı o sene Türkiye şampiyonu oldu ve biz Fenerbahçe’yle oynadık! O zamanlar Cemil Turan çok ünlü. Türkiye’nin en önemli yıldızlarından biri. Ben onu seyretme mutluluğuna eriştim, müthiş bir topçuydu. Cemil Turan da Fenerbahçe altyapısının başında o yıllarda. Balıkesir’de bir araya geldik. Biz de sarı lacivert, onlar da sarı lacivert… “Ya başkan iyi takımın varmış, özellikle seyretmeye geldim.” dedi bana. Biz o gün Hasan Kabze’nin ve Taylan’ın golleriyle 3-1 galip geldik. Fenerbahçe parçalı formayla çıkmıştı, biz beyaz formayla çıkmıştık. İkinci golü attıktan sonra Cemil Ağabey bir espri yaptı, “Ya acaba bana yanlış mı söylediniz? Beyaz formalılar Fenerbahçe olmasın?” dedi.
Hasan Kabze’nin kariyerinin en yakın şahitlerinden birisiniz. Kendisini altyapınıza nasıl kattınız?
Türkiye şampiyonu olduk ve o takımın en önemli oyuncusu Hasan Kabze idi. Hasan Kabze, o günlerde Ticaret Lisesi Müdürü Radi Bey’in oğluydu. Radi Bey, oğlunun kesinlikle futbol oynamasını istemiyordu. Atatürk Lisesi’nin bir maçına gittim. O gün Hasan Kabze’yi ilk defa seyrettim. 5 tane gol attı. Tabii ki okul maçları biliyorsun biraz hafif olur ama Hasan’ın o koşu stili, defansın arkasına sarkmaları, topla ilişkilerini çok beğenmiştim. En çok da o kısa mesafedeki sprintlerini beğenmiştim. Ertesi gün kulüp müdürüne randevu almasını söyledim. Gittik Ticaret Lisesi müdürüne. “Mehmet Bey, ben sizi takip ediyorum. Sen ODTÜ bitirmişsin. Benim oğlum da ODTÜ bitirsin istiyorum.” dedi. Babam da böyle söylüyordu ama ben hâlâ aynı görüşteyim. Bir genç isterse, zamanını iyi değerlendirirse, hem ODTÜ diploması alabilir hem de futboldan ekmek yiyebilir. “Olmaz öyle şey! Senin baban sana nasıl izin vermediyse ben de aynı görüşteyim! Kesinlikle onay vermiyorum. Lütfen benim oğlumun peşini bırakın. Hem, ya sakatlanırsa?” dedi. O şekilde düşünürsen hayat zaten risklerle dolu. Trafik kazası olur, bir hastalık gelir… Çocuğun yeteneğine de saygı duymak lazım. “Yok, kardeşim yok! Bırak sen git başkasına anlat bunları.” dedi bana. Ben de çıktım. Biz gittik, altı gün sonra haber gelmiş Mehmet Bey gelsin görüşelim diye. Dedi ki; “Bir şartla veririm, antrenmanlara göndermem, haftada sadece 1 gün takım antrenmanına gönderirim. Bir de maça gönderirim. Öyle her gün antrenman yok!” dedi. Ondan sonra biz de başladık güzel güzel çalışmaya. Sonra Türkiye Şampiyonası’nda Hasan Kabze o sene şampiyonluğumuza önemli katkılar verdi. Bir buçuk yıllık bir çalışmayla, o yıllarda Türkiye şampiyonu bir takım çıkardık.
Bir buçuk yıl gibi kısa bir sürede en doğru aşıladığınız şey neydi sizce?
Bu toprakların çocukları, kendilerine gerçekten samimi duygularla, arkasında gizli bir ajanda olmadan onlara yaklaşıldığında, onlara verilecek her şeyin katbekat karşılığını veriyorlar. Tabii ki Türk insanı planlı, programlı, uzun vadeli işlere pek alışık değil. Bu bizim göçebe kültürümüzden geliyor. Orta Asya’dan çıkmışız. Yürü babam yürü, yürü babam yürü… Anadolu’ya gelinceye kadar kaç tane güneş doğmuş, kaç tane güneş batmış… O göçebe kültürü, konar göçer kültür, bizim karakterimizde önemli bir yer etmiş. Bu yüzden yerleşik toplum kültürüne adapte olmakta zorlanıyoruz. Bunu karakterimize veriyorum. Mesela biz Türkler, eğer bir şeyi başaracaksak hep beraber başaracağız. Birleştiğimiz zaman, yapamayacağımız iş yok ama birleşmemiz için de mutlaka başımıza bela gelmesi gerekiyor. Halbuki, bela gelmeden önce planlı programlı bir şekilde o belanın, bela gelmeden de yaşam yaşayabilmenin çözüm yollarını bulmamız lazım. Burada çok gerideyiz Avrupalılardan. Sadece öğretmekle olacak şey değil bu. Toplum içinde ancak çok tekrar edilerek, çokça yaparak bunu sahiplenebilir, içselleştirebilirsiniz topluma. İçselleştirilmeyen hiçbir şeyin uzun vadede sürdürülebilir olması mümkün değil zaten. Biz maalesef kısa yoldan kolay çözümler arayan, daha çok pratik zekâya yönelik yaşayan insanlarız. Bizim toplumumuzda da bu var. Halbuki, Batılı ülkelere ya da gelişmiş ülkelere baktığımız zaman orada pratik çözümlerden ziyade bilimi ortaya koyarak ve adım adım gelişmeye, prosedürü, süreç yönetimini öne koyan planlı programlı ve ortak çalışma yapan bir model var. Bu anlamda ülkemizde gerçekten yapılacak çok şey var hâlâ. Bu bir süreç tabi… Mutlaka bu topraklarda da insanlık bu sürece geçecek bence.
Türkiye Şampiyonası’nı kazandıktan sonra yine ara verdiğiniz bir süreç oldu sanırım…
1999’da Asya Kaplanları krizi çıktı. Ekonomik kriz. Türkiye de ondan etkilendi. Biz de etkilendik. Bir anda bütün piyasalar altüst oldu. Ben de mecburen altyapıyı bırakıp tekrar işin başına geçmek zorunda kaldım. Giderken de şöyle dedim kendime; Ben bu işin çıraklığını öğrendim. Ben hayatıma anlam katmak adına ilerde bu işi çok daha organize bir şekilde yapacağım inşallah diyerek ayrıldım. Sonrasında kendi işim gereği her Avrupa’ya gidişimde mutlaka Ajax’ı gezmek, Fransa’da Claire Fontaine’i gezmek, İngiltere’de kulüplerin altyapı tesislerini gezmek gibi bir hobim olmaya başladı. İşim gücüm, futbolun altyapısı ile ilgili makaleler okumak, araştırmak oldu. Korkunç bir bilgi birikimi sağladım 6 yılda. 6 yıl sonra yani daha doğrusu 50 yaşını bitirdikten sonra kendime bir söz verdim; 50 yaşıma kadar ailem için yaşadım, ailemin onuru, huzuru, mutluluğu için yaşadım, 50 yaşından sonra kendimi bulmak için yaşayacağım, ben bu dünyaya neden düşmüşüm, onu bulmak için yaşayacağım. Felsefi bir boyuta geçtim. Tabii o dönemde okuduğum çok kitap var. Kitapların da etkisinde kalıyorum.
Kırılma anlarınızdan biri de bu uzak kalma süreci miydi?
Annemin başından geçen bir hastalık var. O hastalık da benim tekamülümde yer almıştır. Bir insanın başına bir anda bir hastalık girip bütün ailenin mutluluğu, huzuru, her şeyi bir anda yok olabiliyor. Bunlar çok önemli şeyler. İlahi bir aura var. İlahi derken de böyle illaki şey boyutuna bırakmak istemiyorum ama bir enerji var ya hani, büyük bir enerji ve bu enerji birikiyor. Negatifler de birikiyor ve bir yerden de patlıyor. Seni de etkiliyor. Pozitifler de etkiliyor aynı şekilde ama bu illaki bugün olacak diye bir şey değil. O bardağı taşıran son damlada oluyor… O anlamda annemin başından geçen hastalık da benim hayatıma daha olgun bakmamı, her şeyin olabileceğini ve günümü düzgün yaşamam gerektiğini öğreten bir dönem oldu. O arada 50 yaşımı aştım. 50 yaşımda eşimle birlikte Güney Amerika’ya gittik. Güney Amerika’da 21 gün gezdik. Bunlar benim bu işe girmeden önce kendimi hazırladığım şeyler, kendi altyapı zamanlarım oldu. Orada Maradona’nın çıktığı Corrientes Mahallesi’ne gittim. Boca Juniors’ı gezdim ve bir tane de maçına gittim. Oradaki o atmosferi yaşadım. Ardından da Rio de Jenario’ya gittik. Rio’da Brezilya futbolunu inceledim. Maracana Stadyumu’na Fluminense’nin maçını izledik. Brezilya’da bu işin nasıl yapıldığına dair, tabii ki temel ve çok da içine girmeden, nasıl yapıldığına dair bilgiler edindim.
Bütün bu bilgileri biriktirdikten sonra geldim. İzmir de İZVAK var; İzmir Spor Geliştirme Vakfı. Vakfın başkanı olan Levent Ürkmez’e; “Levent Ağabey, ben böyle bir yatırım yapmak istiyorum ama ben bunu bir kulüp arması altında yapmak istemiyorum. Amerika’daki NBA Draft’ı gibi bir sistemle yapmak istiyorum” dedim. Şöyle olacaktı; İZVAK olarak biz en iyi alt yapıyı kuracağız ve her yıl yetiştirdiğimiz oyuncuları İzmir kulüplerine draft edeceğiz. Ligi en iyi noktada bitiren kim? Göztepe mi? Birinci draftı Göztepe alacak, ikinci draftı ikinci sırada olan Altay alacak, üçüncü draftı Altınordu, dördüncü Karşıyaka… Ya da yetiştirdiğimiz oyuncu diyelim ki stoper ise stoper pozisyonuna kimin ihtiyacı varsa ona draft edilecek. Draft eden kulüp bir katkı payı verecek ama en çok da ikinci satışından yüzde 50/50 paylaşım yapılacak. Böyle bir iki toplantı yaptık. Sonunda Levent Ağabey dedi ki; “Mehmet biz burada kulüplerimizle geçinemiyoruz. Bu kadar geçimsizliğin olduğu bir yerde böyle bizim topraklarımızda alışılmadık bir organizasyonu yerleştirmek çok yıpratır insan. Sen paranı biriktirmiş misin? Biriktirmişsin. Sen bunu git eski kulübünle yap” dedi. Madem öyle diyorsunuz tamam dedim ve ondan sonra eski kulübümle anlaştım.
Eski kulübünüze dönüp bu modeli nasıl uyguladınız?
Bu yapı, tamamen özerk bir yapı olacak ve bu özerk yapıda ben yetiştireceğim, A takımına vereceğim, A takımı oynatacak ve satacak, sonrasında da elde edilen gelir yarı yarıya paylaşılacak. E tabi, bütün arkadaşlar da, körün istediği bir göz Allah verdi iki göz diyerekten tamam yapalım dediler. Birkaç toplantı yaptım ve dedim ki; “Bu bir üretimdir. Üretimde lay lay lom olmaz. Üretim ciddiyet ister. Bugün yaptım, yarın yapmadım, bugün çocuğa sporcu beslenmesine yönelik yemek verdim, ‘ertesi gün size sadece kuru fasulye pilav var’ olmaz! Bunu hep beraber yapacaksak yapalım” dedim. Tabi yapacağız dediler ama orada maksat beni yönetimin içine atmak. Türkiye’de böyle olur işler. Sonra biz girdik ve ayrı bir dernek kurduk. Benim yaptığım en büyük hata da bu zaten; dernek diye çağ dışı kalmış bir statünün içinde bir şey yapmaya çalışmak. Başladık çalışmaya ve ben iki senede Türkiye’de kimsede olmayan bir tesis yaptım. O günlerde Hasan Doğan başkan oldu ve meğerse beni takip ediyormuş. Başkan olduğunun ikinci ayında ziyarete geldi ve bizi onurlandırdı. “Mehmet Bey, aynı düşünüyoruz. Yüzde yüz aynı düşünüyoruz. Ben, Federasyon Başkanı oldum ve kısa zamanda altyapı ile ilgili büyük bir hareket başlatacağız. Yalnız, şu Avrupa Kupası’nı bir geçelim önce” dedi.
Euro 2008…
Evet, Euro 2008. “Tamam Başkanım” dedim. Tabii Hasan Doğan, müthiş karizmatik biriydi. Bir telefonla herkese ulaşıyor, herkesi tanıyordu. Herkesle iyi arası ve de böyle müthiş iş bitiren bir adam… Öyle sonraya bırakan, öteleyen bir insan falan değildi. Çalışma tarzını, insanlara hitap tarzını çok beğenmiştim. Mesela bize geldiğinde, 20 dakika boyunca, bizim psikoloğumuzla tek başına görüştü. Çocuk yetiştirmek nasıl oluyor diye. Sonra da gerçekten, sadece bir ay sonra, Türkiye’de Futbol Gelişim Ligleri başladı. Onun da kurucusu Ahmet Güvener’dir. Hasan Doğan’ın başkanlığında ve Ahmet Güvener’in altyapı koordinatörlüğünde bir atılım yapıldı ama 2008 Avrupa Şampiyonası’nda bizim milli takımımız son dakikalar falan derken çok büyük bir başarı elde etti. Tabii herkes Hasan Bey’i kutluyordu. Ben de gaza geldim kutlayayım dedim. Aradım kendisini. Başkanım tebrik ediyorum, bütün ülkeyi sevince boğdunuz dedim. “Başkan, Allah aşkına sen yapma bari. Ben şimdi bu millete nasıl anlatacağım? Kimse bir şey yapmıyor, taşıma suyla değirmen dönmez diye nasıl diyeceğim? Ben nasıl futbolda yepyeni bir çığır açacağım? Adamlar bana; görmüyor musun bizim takım zaten çok başarılı, Türkiye’de ne eksik olsun? Bu kadar iyiyiz diyecekler. Bu yüzden de benim bu reform hareketimi engellemeye çalışacaklar.” dedi. Ama işte Allah’ın takdiri, çok erken aramızdan ayrıldı. Hasan Bey kalsaydı Türk futbolu şu an inanın çok farklı yerlerde olurdu.
Röportajın devamı ilerleyen tarihlerde sizlerle olacak…