Tartışmaya açık bir konudur fakat kazanmak Martina Navratilova ile başka bir anlama bürünür.
Nasıl mı? Bakalım.
Prag, Çekoslovakya, 18 Ekim 1956… Martina Subertova.
Anne Jana eski bir tenisçi, jimnastikçi ve kayak eğitmeni; baba Mirek kayak eğitmeni.
Biz hep bir spor kültüründen bahsediyoruz ama genetik yatkınlık boyutunu ıskalamayalım. Martina’nın büyükannesi Agnes Semanska da eski bir tenisçi. Hatta, II. Dünya Savaşı öncesinde Çekoslovakya’nın 2 numaralı sporcusu. Bu büyükanne Semanska da 1962 Wimbledon finalisti Çek kadın tenisçi Vera Sukova’nın en büyük rakibi ve hatta daha da iyisiymiş! Vera Sukova da; eski “Dünya Dört Numarası”, 1984 ve 1989 Avustralya Açık ile 1986 ve 1993 Amerika Açık finalisti Helena Sukova’nın annesidir.
Biz hep bir derinlikten bahsediyoruz da bu kastettiğimiz; bir taraftan görüldüğü gibi bir tarihsel derinlik, bir zincir, bir kültürel yapı ve en önemlisi de nesillerden nesillere geçen bir süreklilik.
Neyse konudan uzaklaşmayalım.
Sporcu Genleri
Küçük Martina’nın babası Mirek biraz sorunlu; her ne kadar sporcu da olsa o yılların kasvetli ve sosyal sıkıntıları olan Çekoslovakya ikliminde alkolle arası iyi biri. Her neyse sebep bilemeyiz, Mirek ile Jana boşandıklarında Martina henüz üç yaşında ve eli raket tutmaya da başlamış. Boşandıktan sonra başka bir şehre taşınıyorlar ve Martina altı yaşına geldiğinde anne Jana yeniden evleniyor. Evlendiği kişi Miroslav Navratil de bir tenis antrenörü ve Martina, üvey babasının soyadını alıyor. Artık Martina Navratilova var karşımızda. İşte ilk tenis antrenörü, bu Miroslav Navratil olacak! Miroslav, çocuktaki yeteneğin farkında ama bir avantajlı durum da yaratmak gerek! Sağ elini kullanan Martina’ya sol eliyle antrenman yaptırıyor. Bir süre sonra artık solak bir kadın tenisçi oluyor.
Martina sekiz yaşındayken, babası Mirek, bunalımlı hayatına daha fazla devam edemez ve intihar eder. Dağılmış bir aile, intihar edip hayatına son veren bir baba ve yeni bir hayat kurmaya çalışan anne… Martina Navratilova’nın karmakarışık hayatındaki temel taşlar bunlar işte. Belki de tenis bir kaçış, kurtuluş yoluydu kim bilir?
Hayaller Amerika
Dokuz yaşına geldiğinde artık yalnızca yaşıtlarını değil, daha büyükleri de yenebilen bir tenisçidir. Bu durum, ünlü Çek tenisçi George Parma’nın dikkatini çekecek ve Martina’nın tenis kariyerine büyük dokunuşlar yapacaktır. Bütün yıldızların yükselme eğrisindeki sıralı başarılara Martina da sahiptir. 15 yaşında Çekoslovakya şampiyonu olur ve 16 yaşında profesyonel hayata adım atar. Roland Garros seyircisi, Martina Navratilova adını 1973 yılındaki çeyrek final maçıyla duyacaktır. 1975 yılında Paris’te şampiyon olduğunda ise 18 yaşındadır.
Sıkıntılı bir çocukluk, sıkıntılı bir ülke ve geleceği parlak bir tenisçinin hedefi; fırsatlar ülkesi Amerika. Ülkesinde kalırsa, bu sınırlı imkânlarla profesyonel kariyerinde bir yere gidemeyeceğinin de farkında. İlk Amerika teması 1973 yılında olsa da ilk şampiyonluğunu ertesi yıl Orlando’da yaşayacaktır. Turnuva için Orlando’ya gittiğinde ünlü Amerikalı aktris Frances Dewey Wormser’in malikânesinde kalır. Aktrisin kocası Morton Wormser bir tenis tutkunudur. Tenis oynar ve bu sporu destekler. Martina bu imkânı nasıl bulup da o çevreye girebilmiş bilmiyoruz ama Morton Wormser’in tenis sporuna olan yakın ilgisi ile dikkat çekmiş olduğu anlaşılıyor. Artık Martina’nın hayatının akışına bir Amerika hayali girecektir.
Amerika Yılları
1975 yılı, Navratilova için çok önemlidir. Avustralya ve Fransa Açık’ta finalden döner. Amerika’da, Evert’e yarı finalde takılınca toplanır ve soluğu ABD göçmenlik bürosunda alır. İltica başvurusunda bulunur. Zor bir karardır. Ailesinden uzun bir süre ayrı kalacaktır fakat kariyeri için önemlidir. Referansları çok iyidir, çok başarılı bir sporcudur ve Amerika bunu kaçırmaz. Bir ay sonra “Yeşil Kart” verirler ve 1981 yılında da ABD vatandaşı olur. Belki de Amerika kendisine iyi gelmiştir! 1978 Wimbledon şampiyonluğu ile ilk Grand Slam serisinin kapısını açar. Finaldeki rakibi yine Chris Evert olacaktır. Wimbledon denildiğinde akla bundan sonra hep Martina Navratilova gelecektir. Kariyerinde tam dokuz şampiyonluk ile hâlâ kırılamayan bir rekorun sahibidir. Üstelik de 1982-1987 arasında peş peşe altı yıl Wimbledon zirvesinde onun adı yazılıdır.
Ülkesine ilk defa 1986 yılında Fed Cup maçları için gittiğinde artık Amerikalı’dır. Prag’da Stvanice Ulusal Tenis Stadyumu’nda, takımlar seremoniye çıkarken tribünlerdeki binlerce seyirci, Navratilova’nın girişinde alkışlardan ortalığı inletir. Çekoslovak tenis seyircisi, “Dünyanın 1 Numarası” Navratilova’yı coşkuyla selamlar. Çekoslovakya Askeri Bandosu, “Anavatanım Nerede?” adlı milli marşı çaldığında artık gözyaşlarına hakim olamaz.
Örnek Olmak
Martina Navratilova her ne kadar Amerikan vatandaşı olsa da Çekoslovak tenisine büyük ivme kazandırmıştır. Hep söylüyoruz ya; yetenek, disiplin, imkânlar vs önemlidir ama bir de önünde örnek olmalıdır. Bugün Petra Kvitova varsa sebebi Navratilova’dır.
Navratilova kimdir veya neler yapmıştır gibi soruların cevabını kolayca bulabilirsiniz. Avustralya Açık üç tek, sekiz çift; Roland Garros üç tek, yedi çift; Wimbledon dokuz tek, yedi çift ve Amerika Açık dört tek, dokuz çift şampiyonluğu ile tenis tarihinin en önemli sporcularından biridir. “Dünyanın 1 Numarası” olduğunda 22 yaşındadır ve yıllar içinde bu kürsüde 332 hafta kalmıştır. Bu sayı, Steffi Graf’ın 377 haftalık rekorundan sonra ikinci sırada gelmektedir. Bütün kariyeri boyunca 22 milyon dolar para ödülü kazanmış ve en çok kazanan tenisçilerden biri olmuştur.
1980’li yılların neredeyse yenilmez kadın tenisçisidir. Ağırlık çalışmasına önem veren ve kaslı bir vücuda sahip ilk kadın tenisçilerdendir.
Kariyerinin son şampiyonluğu olan 1990 Wimbledon sırasında 33 yaşındadır. 1997 Wimbledon ile bir kez daha finale çıktığında ise 37 yaşındadır ama onuncu şampiyonluğuna, 22 yaşındaki İspanyol Conchita Martinez izin vermeyecektir. Aynı yılın kasım ayında tenise veda eder. WTA Championships ilk maçında Gabriela Sabatini’ye yenilince New York’ta Madison Square Garden tribünlerini dolduran 20 bin seyirci, kendisini ayakta alkışlar. Yaşattığı güzellikler ve bıraktığı anılar için ona adeta teşekkür ederler.
En Yaşlı Tenisçi
“Martina Navratilova’nın kanında tenis var” derler. Tenis onu bırakır belki ama o bırakmaz.
2000 yılında tura geri döner ama sadece çiftler oynamaktır amacı. 2002 yılında İngiltere’de Eastburne’de “Wild Card” verirler ve sekiz yıldır tekler kategorisinde oynamayan 46 yaşındaki Navratilova, ilk turda “Dünya 22 Numarası” Panova’yı mağlup eder. Sonraki turda yenilse de Hantuchova’yı çok zorlar.
2004 Fed Cup kadrosunda yer alır ve tarihin en yaşlı tenisçisi olma unvanına erişir. Aynı yıl Atina’da Yaz Olimpiyatları kadrosunda yer alır ve çeyrek final oynar. Bu sırada 48 yaşındadır ve en yaşlı tenisçi olmasını bırakın, katılan en yaşlı sporcudur aynı zamanda.
Nasıl oluyor diye soranlara şöyle der: “Top, benim kaç yaşında olduğumu bilmiyor!”
Elbette özel hayatı da hep gündemi işgal edecektir.
Eşcinsel olduğunu her fırsatta ifade eder. Hatta 80’li yılların başında Amerika’da basına açıklama yapar ve ilişkisini açıklar. Tabii en büyük sansasyonu; 2014 Amerika Açık sırasında Arthur Ashe Stadyumu’nda, dev ekrandan binlerce seyirci önünde, kız arkadaşı Julia Legimova’ya evlenme teklifidir.
2010 yılında göğüs kanserine yakalandığını açıklar ve altı ay süren tedaviden sonra Tanzanya’da Klimanjaro Dağı’na tırmanır. Navratilova’yı anlatmaya kalktığınızda görüldüğü gibi karşınıza birçok sayı çıkıyor. Fakat Martina sayılardan ve rekorlardan çok daha fazlasıdır. Atletik ve kaslı bir kadın, agresif, servis voleci, solak bir tenisçi… Tenis oynamadığı zamanlarda dekatlon yapan ve dağlara tırmanan bir çılgın sporcu; saçları, aşkları, kıyafetleri, gözlükleri ve elbette sesiyle tenis dünyasında yaşayan bir efsanedir o.
2002 Amerika Açık çiftler maçına çıktığında 45 yaşındadır ve tribünler onun için doludur. “Büyükanne” derler ona, ama o der ki:
“45 bir yaş değildir, sadece bir sayıdır. Hayatım boyunca insanlar bana sınırlamalar getirmeye çalıştı. Önce çok gençsin dediler, olmadı sonra da çok yaşlısın dediler. İnsanların söylediklerine göre yaşayamazsın. Eğer öyle olsaydı, Çekoslovakya’yı asla terk edemezdim ve sizler de bugün benim adımı duymamış olurdunuz.”
Hayatını spora değil; sporda başarılı olmaya, kazanmaya adamış bir sporcu Martina Navratilova.
Solak oyuncular zaten hep bir artı değerlidir. Bir de işin içerisinde rekorlar kırmış çılgın bir kadın varsa, bu durum kahramanlık boyutu kazanır.