FutbolLeicester City: Tesadüf Mü? Özveri Mi?

Batuhan Kaçar1 sene önce25 dakika

Rings of Power dizisiyle Orta Dünya evrenine geri dönenler, House of the Dragon dizisine kavuşanlar, geekler, marvel dünyasının içerisinde kaybolanlar ve hala nedenini bilemediğim bir şekilde DC güzel bir film çekebilir mi diye aralarında biraz da umutsuzca tartışanlar… Efendim sizleri bir süre beklentileriniz ve heyecanlarınızdan arınmanız için sevgili dergim beni bir Leicester City şampiyonluk hikayesi yazmakla görevlendirdi. Hayatınızın rutin alışkanlıkları dışında farklı bir şey görmek, okumak istemez misiniz? Umarım istersiniz.

Küçük Şehrin Büyük Hayalleri

Sizi tarihin ıssız bucaksız derinliklerinde hiç duymadığınız isimlerin hiç görmediğiniz adamların pek de monoton olmayan hayatlarına konuk etmeyeceğiz. Eğer fanatiği değilsiniz Leicester City tarihini okumak boş zamanlarınızı verimli kullandığınızı zannetmenize ve büyük bir yanılgı içerisine düşmenize neden olabilir. Bu yanılgılardan kurtulduğumuz zaman huzura ereceğimizi düşünüyorum. Asıl konumuza giriş yapmadan önce İngiltere’nin küçük bir şehri olan Leicester şehrine birlikte kısaca bir göz atalım istiyorum. Hafif yağmurlu Britanya havası, radyolarımızda ise 80’ler ve 90’lar ile donatılmış bir rock müzik şöleniyle beraber Londra gibi dünya başkenti, Liverpool ve Manchester gibi ülke ekonomisinin lokomotif bir şehri olmayan Leicester’a şehrine gidiyoruz. Britanya’nın en eski şehirlerinden birisi olan Leicester, aslında sıradan bir şehrin bütün özelliklerine sahip. Az olan nüfusu ile gözden uzak yaşayan fakat 2016 yılında bütün dünyanın dikkatini tüm zamanların en çok izlenen sporuyla üstlerine çekmeyi başaran bir şehir.

“Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.”

Futbol birçok açıdan bilmediğimiz coğrafyaları keşfetmek için muhteşem bir araç. Sadece bu noktada biraz bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor. Leicester’ın şampiyonluk yolculuğuna başladığı yaz bende farklı bir yolculuğa hazırlanıyordum. Tarih bölümü ile tanışmam aynı yıllara denk geliyor. İlk girdiğim ders olan Tarih Coğrafyası’nda aslında Avrupa’daki şehirlerin yerlerini bilmemi iki şeye borçluyum; birincisi Rome Total War serisi, ikincisi ise futbolun ta kendisi… Sonradan fark ettiğim üzere harita üzerinde bu kadar kolay kalem sallamamı sağlayan bilgileri buralardan edinmiştim. Bazılarımızın kafasında çoktan canlandı bile! Tarih demişken: Leicester City, Premier Ligi kazanmadan önce aslında sıradan bir İngiliz takımının vücut bulmuş hali gibiydi. O zamana kadar sadece birkaç başarıları vardı ve bunlar sırasıyla 63/64, 96/97 ve 99’00’de kazandıkları lig kupalarıydı. Bunlar dışında pek varlık gösterememişler ve alt liglerde oynamayı alışkanlık haline getirmişlerdi. 2010 yılına gelindiğinde Taylandlı iş insanı Vichai Srivaddhanaprabha tarafından satın alınan kulüp için peri masalı artık başlıyordu.

Bu yatırım ile beraber Leicester, İngiltere’nin en zengin 14’üncü kulübü oluyordu. Sven-Goran Erickson ile başlayacak olan proje Nigel Pearson ile devam edecekti. Kulüp, Nigel yönetiminde büyük bir atılım gösteriyor ve bu atılıma Jaime Vardy, Riyad Mahrez gibi oyuncular ekleniyordu. Şimdilerde en üst seviyede mücadele eden bu oyuncular için durum o yıllarda çok farklıydı. İkisi de gözden uzak ve oyunun hakimleri tarafından keşfedilememiş ya da güvenilememiş oyunculardı. Fakat Nigel, bu oyuncuları alıp iskeletinin en değerli parçaları haline getirmeyi başardı. Nigel Pearson ile beraber kulüp Premier Lig’e çıkıyor ve bambaşka bir meydan okuma başlıyordu. Nigel, yapı olarak biraz kavgacı bir adamdı ve 4 yıl başında kaldığı Leicester City’e de bu ruhu işlemeyi başarmıştı. fakat birden tarzını daha da ciddileştirip Mike Tyson’a özenince, yönetim 4 yılın sonunda projeyi bir başkasına, İtalyan Claudio Ranieri’ye vermeye karar veriyordu ve İtalyan hoca belki de kendisinin bile düşleyemediği bir serüven için bu küçük şehire gelmeyi kabul ediyordu.

İtalyan Kurt

İtalyan Hocalar ile ilgili merakım hiç bitmez. Arrigo Sacchi ile başlayan bu sonsuz merak; Giovanni Trapattoni, Marcelo Lippi, Carlo Ancelotti, Roberto Mancini gibi neredeyse her şeyi kazanmayı başarabilmiş adamlar ile devam etti. Özellikle, Arrigo Sacchi’nin hücum futbolu devrimine bir göz atmanızı tavsiye edebilirim. Çünkü, neredeyse yukarıda saydığım adamların hepsi futbolda çok farklı devrimler ve başarılar getirselerde Arrigo’nun yaptığı iş, muazzamdı. Sanırım asıl olaydan biraz kopmak üzereyiz. O yüzden Claudio Ranieri’ye geri dönelim. Ranieri, Leicester’a geldiği zaman şirket ondan 40 puan toplamasının onunla devam etmeleri için yeterli olacağını söylüyordu. Son çalıştığı yer olan Yunanistan Milli Takımı’ndan kovulan İtalyan hoca, her şeyi ve her yapılanmayı eleştiren klasik İngiliz basının hedefi haline geliyor ve basın Ranieri yönetimindeki Leicester City’nin küme düşme sıralamasında ilk aday olduğunu söylüyordu. Şirket ise kararlıydı ve İtalyan hocaya 50 Milyon euro gibi bir transfer bütçesi veriyor, 2015 yazı bu olaylar silsilesinde başlıyordu. Ranieri bu bütçeyi kullanabileceği en iyi şekilde kullanmaya kararlıydı ve N’golo Kante, Gökhan İnler, Okazaki, Yohan Benalouane, Daniel Amartey, Demarai Gray, Christian Fuchs ve Robert Huth için toplam 40 milyon avro harcıyordu.

Ranieri geçmiş sezonları incelediğinde aslında oyuncu grubunun potansiyelinin ne kadar altında oynadığının farkına varmıştı. Fakat, Nigel’ın yaptığı işleri birden bozmak gibi bir niyeti yoktu. İyi bir taktisyen ama aynı zamanda çok iyi bir futbol düşünürüydü. Gelir gelmez yapacağı erken değişikliklerin takımın kimyasını bozacağını biliyordu ve hatta bir bakıma takımdaki oyuncularda rahatsızlık yaratacağının da farkındaydı. Bu doğrultuda çalışmalarını sürdürüyor yaptığı ufak değişiklikler ile oyuncularının potansiyelini yukarı çekiyordu. Saygılarını kazanıyor ve böylece kendi istediği futbol mentalitesini yavaş yavaş kulübe ezberletiyordu. İşin Ranieri kısmından biraz kafamızı kaldırdığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor. Jürgen Klopp’u takımın başına getirerek bambaşka bir projeye başlayan Liverpool, artık Premier Lig’in bütün dinamiklerini ezberleyen Wengerli Arsenal, Arap sermayesi ile birlikte su gibi para harcayan Manchester City, son şampiyon Chelsea ve yine bolca para harcamayı ihmal etmemiş Manchester United… 40 puan toplayıp kafasını bir diğer sezona yormaya başlamak için gerekli bütün ortama sahipti Leicester City. Ama, büyük hikayelerin, maceraların, büyük kahramanları olur. Tarihte her zaman büyük kahramanları yazmak ve okumak çok büyük keyiftir.

“Neden daha zengin diye bir takımı yenemeyeceğinizi düşünesiniz ki? Ben hiç gol atan bir para çantası görmedim.” – Johan Cruyff

Birçok mucizeyi içerecek olan sezonun başlangıcı gayet görkemliydi. Leicester City, ligin ilk haftasında Sunderland ile karşılaşıyor ve rakibini tam 4 golle mağlup etmeyi başarıyordu. 40 puana -3 yazılıyordu. Ranieri ile Leicester ligde kalmak için hedeflediği 40 puana ise çok kısa sürede ulaşıyor hatta bununla yetinmeyerek ligin gediklilerini güçlü bir oyun oynarak bir bir mağlup ediyorlardı. Sessiz sedasız puan tablosunun üstlerine yerleşmeyi başarıyordu. Ligin başında kendilerine şampiyonluk için verilen oran 1’e 5.000’di ve bu bahise Tom Hanks dahil sadece 42 kişi para yatırmıştı. Bu 43 kişi lig bitmeden 2 hafta önce küçük bir servet kazanacaktı. Buralara gelmeden önceliklerimize bir göz atalım. Milyonlarca paund harcayan birçok takıma nazaran daha az para harcayan Tilkiler neyi doğru yapabilmiş ve şampiyon olabilmişti? Johan Cruyff pek çoğunda olduğu gibi yine mi haklı mı çıkıyordu?

Kırılamaz

Claudio Ranieri’nin felsefesi kağıt üzerinde gayet basit gözüküyordu. Bunu sahada başarabilmek içinde büyük potansiyellere ihtiyaç duyabiliyorsunuz. Leicester alt ligden geldiğinden beri aslında bir iskelete sahipti. Kurt hocanın tek odağı bu potansiyelleri ortaya çıkarmaktı ve bu konuda aceleci davranmıyordu. Kasper Schmeichel, N’golo Kante, Danny Drinkwater, Riyad Mahrez ve Jamie Vardy gibi oyuncuların Ranieri ile birlikte günden güne artan performansları ve taktiksel uyumun tamamen sağlanması Leicester City’i hem çözülmez hem de kırılmaz bir takım haline getiriyordu. Kasper Schmeichel bir sezon boyunca geneteğinin hakkını verirken, Danny ve Kante orta sahası ise hiç bitmeyen enerjileri ile Okazaki-Mahrez ve Vardy’nin işlerini rahat yapmalarını sağlıyorlardı. Vardy 11 maç üst üste gol atarak Mancheser United ve Real Madrid efsanesi olan Ruud Van Nistelrooy’un 10 maç üst üste gol atma rekorunu egale ediyor ve bir makine gibi çalışmaya devam ediyordu. Bu adam durdurulamazdı. Onun durdulamaz olmasının en büyük sebebi ise Riyad Mahrez gibi inanması güç bir yeteneğin sürekli onu pozisyona sokmasından kaynaklanıyordu. Mahrez ne yapacağı kestirilemeyen ender görülen bir yetenekti.

Geldiği topraklardan kendisi gibi onlarca adam çıkmıstı ama Mahrez’in onlardan en büyük farkı oyunu en üst seviyede oynama hevesi ve bu hevesin kendisinde yarattığı ciddi motivasyondu. Çok sağlam bir mental disipline sahipti ve yurttaşları gibi sadece yeteneklerini sergilemiyordu. Kendisinden önceki Doğu Afrikalı oyuncular gibi futbol sahnesinin en üst düzeyinden birden bire kaybolmamaya kararlıydı. Öyle de oldu ve bugün hala yıldız ışıkları kendisinin üzerine çevrilmiş durumda. Yıldız ışıkları ise kendilerine çevrilmeden önce bu adamlar oyunu gayet basit oynuyorlardı. Her bir oyuncu saha içinde doğru pozisyonu alıp kendilerine düşen payı maksimum seviyede gerçekleştirdiği zaman o takımı saha içerisinde sürklase etmek çok zordur. Zayıf halka nerededir bilemezsiniz. Yıllardır aynı oyuncular ile oynayan ve birbirlerini çok iyi tanıyan futbolcuların yarattıkları birlikte oynama hevesi, senkronize hareketleri, konsantrasyonlari ve sezgileri ise zayıf halkaları tamamen ortadan kaldırır. Hele bir de bazıları potansiyellerinin üstüne çıktığı zaman…

Born to Win

İşler bu noktaya gelmişken kameralarımızı Jamie Vardy’e çeviriyoruz. Kendisinin zorlu fakat birden peri masalına dönüşen hayatını üzülerek atlayacak olsam da o günlerde saha içerisinde yaptıkları saha dışında yaptıklarından çok daha önemli bir hal almıştı. Bu adam gerçekten gol atmak için mi doğmuştu ya da daha sonraları futbol perileri konseyi kendisine bazı özel yetenekler mi vermişti kestirmesi çok zor gerçekten. Hikayenin içinde ise durdurulamıyordu. O kadar rahat gol atıyordu ki her şeyi çok basit göstermeye başlamıştı. Evet hemen aklımızda canlandı değil mi? O sezon Liverpool kalesine gönderdiği o unutulmaz güdümlü füze tabii ki.. Hem fikir olduğumuzu kabul ederek devam edelim. O sezon boyunca muhteşemdi. Evet, Ranieri onun potansiyelinin farkındaydı. Ama, içinden bambaşka bir şey çıkmıştı. Star ışıkları her sahaya çıktığında üzerinde dolaşıyordu. Kurt hoca daha sonraları onun için ”Yarış atı gibi, oynadıkça açılıyor” diyecekti. Jamie Vardy üzerindeki ışıkların farkındaydı ve o sezon boyunca üzerinden gitmelerine neredeyse hiç izin vermedi. O sezonu 24 gol 8 asist ile tamamlıyor ve ”sezonun oyuncusu” ünvanını kazanıyordu.

Peri Masalı

Bireysel performanslardan birazcık kafamızı kaldıralım ve hikayenin en can alıcı noktalarına birlikte kısa bir göz atalım. O sezon Manchester United ve Luis Van Gaal uyuşmazlığı, Chelsea’de başlayan Mourinho krizi ve artık herkesin alıştığı klasikleşen Arsenal formsuzluğu sonunda Leicester City ile peri masalı arasında sadece o sezonun flaş takımlarından bir diğeri Pochettino’nun Tottenham’ı duruyordu. Sezon başının en güçlü şampiyonluk adaylarının arasından güçlü bir oyunla sivrilen Leicester City birdenbire bütün dünya’nın gündemine oturuyor, futbol romantikleri mavi renklerle daha özenle bakmaya başlıyordu. Güçlü oyun anlayışları her oynadıkları maçta tam bir takım görüntüleri vermeleri yavaş yavaş otoriteler tarafından da takdirle karşılanıyor ve Leicester City, Şubat ortasından itibaren şampiyonluğun bir numaralı adayı olarak gösteriliyordu. Bir önceki yılı 14’üncü bitiren piyasa değeri sıralamasında ligde kendisini 17’nci sırada bulan bir takım için evren sanki gerekeni yapıyor gibi gözükse de aslında onlar her sene yaptıkları ufak takviyeler ile şampiyonluğu çok daha önce kazanmışlardı.


Tarih bizlere çoğu zaman bir şeyler anlatır. Kimi zaman ders almamız gereken şeyler, kimi zaman da hayranlık uyandıran şeyler… İnsan ise doğası gereği elbette kulağına hoş gelecek şeyi okuyup bilmek ister. En azından şahsi deneyimlerim bu şekildedir her zaman. Tarihteki büyük zaferleri okuyup bilmek ve oralarda bir yerlerde kendimi düşlemek birçok açıdan kendimi motive etme şekillerimden biriydi. M.Ö 48’lerde Gauis Julius Sezar olduğunuzu hayal edin. Büyük bir zafer kazandıktan sonra çadırınızdan çıkıp askerlerinizi selamladınız ve binlerce kişinin adınızı haykırdığını duydunuz. Tekrar içeri girdiğinizde ne hissederdiniz? Ya da bu hikayeyi farklı bir bakış açısıyla değerlendirelim. Kulüp tarihinin en büyük başarısını kazandıktan sonra binlerce insanın toplanıp tek tek isimlerinizi haykırdığını hayal edin, cevaplarınız ile kendinizi tam olarak nerede konumlandırırdınız? Her birinizin cevaplarını teker teker dinlemek ve üzerinde tartışmak istesemde sanırım bunun asla gerçekleşmeyeceğini biliyorum. Fakat hikayenin baş aktörü olan antrenörler ve futbolcular o anları hayatları boyunca birileriyle paylaşacak ve tartışacaklardır. Bu da bu güzel oyunun, o oyunu güzelleştirenlere en büyük armağanı olsa gerek.

Batuhan Kaçar

VSPOR DERGİSİ

Tutkunu olduğumuz bu sevdaya delicesine ilerlediğimiz bu yolda sporun kitleleri tek bir noktada birleştirdiğine inanlardanız: Zafer (Victory). Sporda başarılı olmanın bir branşta kazanılan zaferin ne demek olduğunu en iyi anlayanlar belki de spor aşkına sahip olan insanlardır. Lebron James’in, Jordan’ın, Boliç’in, Sergen Yalçın’ın ve Kobe Bryant’ın kazandığı bir karşılaşma sonunda gösterdikleri reaksiyon insanlığın zafer kazanmaya ne kadar tutkulu olduğunu göstermektedir.

Abone Ol

Victory Dergi içerikleriyle ilgili e-posta bületinimize kaydolun!

victorydergi.com 2021 © Tüm Hakları Saklıdır. Tasarım & Uygulama: Aksel Gültekin