İşte takımlar sahaya çıkıyor, en önde pazubentiyle o var. Elinde, takımının amblemini taşıyan ve üzerinde günün tarihi ile maçın adını taşıyan bir flama var. Karşısında bir başka efsaneyle centilmen bir şekilde el sıkışıp gülümsüyorlar. Birazdan maç başlayacak ve takımını saha içinde yönetecek. Bir devle oynuyorlar bugün; “Mucit” İngiltere’ye bir 7 bir de 6 atmış takım maça fırtına gibi başlayıp skoru 2-0’a getiriyor. Sonra sazı eline alıyor, tıpkı 14 yıl önce olduğu gibi…
Filmi biraz geri, 1942 tarihine saralım. İkinci Dünya Savaşı tüm şiddetiyle devam ederken Macaristan’da bir esir kampındayız. Savaşın şiddeti devam ediyordu etmesine ama futbol topu da dönmesinden herhangi bir şey kaybetmemiş gibiydi. Subaylar kendi aralarında top çevirip takımları ayarlarken bir esir yanlarına yaklaşıp “Ben de oynayabilir miyim?” diye izin istiyor ve izin kendisine geliyordu. Ne de olsa topun olduğu her yer, birtakım şeylerin geride kalmasına vesileydi. Maç başladı. Esir, harika oyunuyla Macarları şaşırtmış ve birkaç gol atmıştı. Maçı izleyen biri onu Kaiserslautern’den tanıyordu; Fritz Walter’di o işte, sahaların gördüğü en acayip bitiricilerden… Maçtan sonra yanına gidip, “Siz Fritz Walter’siniz, tanıdım. Sizinle tanışmak bir şereftir.” deyip, oradan kurtulmasına da yardım edecekti.
İşte, 14 yıl sonra da o Macaristan’ın karşısındaydı Almanya. Ve kaptan o günkü “esir”di! Takımının düşmesine izin vermeyen Walter, kardeşi Ottmar’la birlikte o zamana kadar görülmüş en baskın takımlardan birine karşı 2-0 yenikti. Puskas, Czibor, Kocsis, Hidegkuti, hepsi sahadaydı. Lakin Golyat’ın gücü varsa, Davut’un da taşı vardı. Almanların meşhur teknik direktörü Sepp Herberger, saha içi inisiyatifi Fritz’e vermişti. O da bu inisiyatifi hakkıyla yerine getirirken takımını ateşleyip Golyat’ın gözüne o taşı atıyordu. Olmuştu… Daha 9 yıl önce savaşın yıkıcılığını yaşayan ulus, bir devi yıkarak ütopyasını yaşıyordu. Macarların boynu büküktü ve “esir” omuzlardaydı.
“It’s Coming Home! It’s Coming Home!”
Kaptanlık, Alman milli takımında bir gelenektir. Fritz’den bayrağı devralan kişiyse yine bir lider olan Uwe Seeler’di. Hamburg formasını tam 19 yıl sırtında taşıyan Seeler, Almanya’yla dört kez Dünya Kupası’na katılıp bunların hepsinde de gol atma başarısını göstermiştir. Buna karşın bir final görmüştü Seeler, halefiyle takımını finale çıkarmıştı işte… Zamanın futbol yapısı içerisinde yaşlı olarak kabul edilebilecek bir yaşta, 30 yaşındaydı ve bir kupayı hak ediyordu. Işıltılı kariyerinin olgunluk dönemlerindeydi, belki artık o kadar hızlı değildi ama beyni ona inanılmaz bir görüş sağlıyordu. Kaderin bir cilvesi mi bilinmez ama karşılarında yine bir dev vardı. Hem de dev kendi evi ve seyircisi önündeydi. Tribünlerde on binlerce ağız hep birlikte avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı; “It’s Coming Home! It’s Coming Home!”
Velhasıl zor sınavdı! 30 Haziran 1966 gününü bugün bile hatırlamamıza sebep olan maç başlamıştı. Kaptan, hocası Schön’ün direktiflerini takıma uygulatmakla yükümlüydü. Saha içi beyin, turnuva boyunca goller atıp takımını sürüklemişti ama dedik ya yine bir dev vardı karşılarında ve bu sefer dev çok ama çok istiyordu! İsteklerinin bir sonucu olarak 2-0 yapmışlardı bile. Karakter koyma sırası kaptana gelmişti. Takımını saha içinde ateşledi ve Almanlar 2-2’yi buldular. Maç uzatmalara gitmişti, top bir o kalede bir bu kalede ama gol veya goller gelmiyordu. Sonra bir pozisyon ve hâlâ tartıştığımız o gol geldi! Acaba Seeler, kaç gece o golü düşündü bilmiyoruz ama kesin olan bir şey vardı ki bu sefer Golyat’a o taş atılamamıştı.
Kaizer
Yukarıda Seeler’in halefiyle takımını finale taşıdığından bahsetmiştik. O gün sahadaki o genç orta saha, tam 8 yıl sonra dünya futbol tarihinin en etkileyici anlarından birinde yine kaptan olarak başrol olacaktı. 1974 yazında Bayern Münich, Kaizer’in etkileyici bir dizi performansından sonra İspanyol Atletico Madrid’i yenerek Alman futbolunun ve Bayern Münich’in ilk Avrupa kulüp kupasını müzesine getiriyordu. Doğuştan bir kaptandı. Kariyerinin başlarında orta sahada oynarken; müthiş oyun görüşü ve pas yeteneğiyle bir mevkiinin tanımını yapacağı yere, liberoya çekilmişti. İnanılmaz pasları, doğal yeteneği ve liderliği kendisine dünya futbolunun ilk imparatoru olma namını da yüklüyordu. Smokinini üstünden çıkarmadığı oyunuyla izleyen herkesin gözünün pasını silen Beckenbauer; Müller, Breitner, Overath ve Bonhof gibi zamanının çok ötesinde oyuncuların lideriydi. Belki de ona verilen “Kaizer” unvanı sırf bu oyunculara kaptanlık yapabilmesiyle bile açıklanabilirdi.
1974 yazı Almanya için daha bitmemişti. Şampiyon Kulüpler Kupası zaferinin sarhoşluğunu yeni üstünden atan Kaizer en önde ve yanında da döneminin en büyük figürü Johann Cruyff ile Münich Olimpiyat Stadı’na çıkıyorlardı. Kalabalık müthiş ve coşkuluydu. Artık Golyat Almanya’ydı ve karşılarında bir Davut vardı. Tarzları ve havalarıyla futbolcudan çok rock yıldızlarına benzeyen Hollanda takımı, daha yeni konserden gelmiş gibiydi. Maestro ise kenardaydı, daha yeni bir devrim yapmışlardı. Dünya, total futbolun ateşiyle yanıp kavruluyordu. Ama popüler bir söylemde belirtildiği gibi Almanya için durum belliydi, “damarlardaki kan aynı kan”dı. Walter’in kararlılığı, Seeler’in inancı ve Schön’ün aklı onda toplanmış gibiydi. Hollanda’nın saha içi komutanı Cruyff’la el sıkıştılar. Festival başlıyordu… Hollanda turnuva boyunca arzulu ve tempolu oyununa başladı ve penaltıyı aldı. Neeskens penaltıyı gole çevirirken, Kaizer takımı ateşlemekle meşguldü. Ateşledi de… Golden sonra Almanya sazı eline aldı. Total futbol, geleneğe karşıydı. Almanya’nın akınları, sonunda meyvesini verdi ve dünya futbolunun o güne kadar gördüğü en komple forvet Gerd Müller golü attı. Sepp Meier, kalesinde devleşiyordu. Her şey inanılmazdı. Kalan zamanda maçı koparan Almanya işi bitirmişti. Kaizer mi? O, o sırada tacını takmakla meşguldü!
Makine
Kaizer’in halefini bulmak zordu fakat en büyük kralların bile yeri dolardı. Onun veliahtı ise Lothar Mattheus adındaki makineydi. Orta sahanın hemen her mevkiinde oynayabilen Mattheus, Alman milli takım kaptanlığının en parlak gününü Kaizer’in idaresi altındaki 90 Dünya Kupası’nda yaşadı. 86’da finali Maradonalı Arjantin’e kaybetmişlerdi ama Almanlar vazgeçme konusunda isteksiz bir takımdı. Hiçbir kaybediş onları en üst sahneden ayıramazdı. 90’da rakip mi? Yine O’ydu. 86’nın rövanşı alınacaktı. Kaizer, pazubentini Mattheus’a teslim etmişti. Roma’nın ateşi hem sahayı hem tribünleri yakıyordu. Maç vadettiğini vermiyor, yavaş tempolu bir oyun sıcağı daha da artırıyordu. Mattheus ise tüm gücüyle Maradona’yı pasivize etmeye çalışıyordu. Başardı da… Gol sesi çıkmayan 85 dakikanın sonunda Völler, Sensi’nin müdahalesiyle yerde kalıyordu. Topun başına geçen Brehme serin kanlı vuruşuyla, turnuvanın kahramanı Goycochea’yı ters köşeye göndererek kaptanına koşuyordu. Kaizer ve Mattheus başarmışlardı. 4 sene önce kaybeden taraf, Roma’yı yakıyordu. İmparatorlar şehri, yeni imparatorlarını selamlıyordu.
Modern Zamanlar
Fetret Devri her imparatorlukta yaşanan tarihi bir realite olmakla beraber yalnızca güçlüler bu dönemden daha güçlenerek çıkarlar. Yukarıda belirttiğimiz gibi de her silsile illa bir yerde yine zirve yapmıştır. Bir dizi başarısız yıldan sonra toparlanan Almanya; Walter, Kaizer ve Seeler gibi üstatların veliahtını bulmuş gibiydi… Lahm adlı genç çocuk, altyapısından itibaren hiç ayrılmadığı Bayern Münich’i ile geçen sene, yani 2013’te bir başka Alman devi olan Borussia Dortmund’u yenerek kaldırdığı Şampiyonlar Ligi zaferinde olduğu gibi, yine en önde takımına liderlik etmek için sahaya çıkıyordu. Yer Brezilya… Efsane Maracana Stadı heyecanlı! Bir tarafta daha birkaç gün önce ev sahibine 7 gol atmış Almanya, diğer tarafta hem Almanların tarihsel rekabeti olan hem de ev sahibinin ezeli rakibi Arjantin… Kısacası o gün bir Brezilyalı olmak istemezdiniz.
Lahm, elinde flamasıyla dünyanın en büyük saf yeteneği Lionel Messi’yi bekliyor. İkili el sıkıştıktan sonra para atışı yapılıp maç başlayacak. Yazının başından beri vurguladığımız tarihsel bir gerçek tekrar karşımızda; Davut, Golyat’a karşı… Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük saf yeteneğine karşı bir futbol makinesi, futbol parıltılı anlarının birinde. Maç başlıyor ve Lahm takımını diğer eski kaptanlara layık bir şekilde yönetiyor. Dakikalar ilerledikçe futbolun bütün muazzamlıklarını görmek istiyoruz ama olmuyor. Makine “La Nuestra”yı durdurmayı başarıyor. Kaptan tüm saldırılarda takımını organize ediyor. 90 dakika 0-0 bitiyor. Uzatmalar başlıyor, o gemi gelmedikçe beklenti ve homurtular artıyor… Derken, maçın bitmesine 7 dakika kala Götze sahneye çıkıyor: 1-0. Kaptan, tüm soğuk kanlılığıyla oyununa devam ediyor. Bitiş düdüğü ve bir anlık şok… İşte bitti! Bütün takım yumak halinde… Kaptan rakibiyle tokalaşıyor, birazdan gidip dünyanın en ikonik nesnelerinden birini havaya kaldıracak; Almanya ve kaptanı tekrar zirvede…
Kaptanlık, birçok saha dışı ve içi olayla ilgilenmektir. Muazzam bir liderlik ve karar verme gücü gerektirir. Dünya Kupası, Şampiyon Kulüpler Kupası veya Şampiyonlar Ligi, Uefa Kupası, Kupa Galipleri Kupası, yerel ligler, Libertadores ve aklınıza gelen nice büyük organizasyonda kupa o kişinin eline yakışır. Takım arkadaşları onun liderliğini kabul ederler ve hikâyelerin hem en mutlu hem de en mutsuz anlarında o vardır. Bu satırlara konuk olan Almanya ve onun kaptanlık geleneği ise birçok olumsuzluğun altından kalkıp tetik görevi görmüş kişilerden oluşmaktadır. Zorlu yollar, dünya savaşı, Golyat’lar ve mücadeleler… Kaybedilmiş veya kazanılmış tüm kupalarda en önde olanlar kaptanlardır. Alman kaptanlar da bu güzel oyunun sahnesine en çok çıkan kişilerdendir. İsimler değişir, mekânlar, şampiyonalar değişir ama Alman kaptanlık geleneği olduğu yerde kalır. Ne de olsa gelenek asla ölmez!