Futbolun sadece futbol olmadığını anlatmanın bir yolu olsaydı, bu kesinlikle gözyaşları olmazdı. Hele ki benim için, asla.
En son 21 yaşında Altunizade’den taşındığımda ağladığımı hatırlıyorum. Bir sonrakinin, 9 yıl sonra, keyifli bir spor dergisine mutlu gözlerle yazacağımı umduğum bir anda olması açıkçası canımı sıkıyor.
35’lik…
Su içmenin yaşamın gerekliliği olduğunu anlatmak kadar kolay aslında 10’u anlatmak. Pek çok yolu var; şurada doğdular, burada büyüdüler, aman efendim nefis goller attılar, küme düştüğünde dahi takımını bırakmadılar.
Lakin ben, 10’u anlatmayacağım. İdrak görevini akşam ezanıyla top oynamayı bırakıp, acilen eve koşan çocuklara bırakacağım. Onu izlemiş olan 35’lik çocuklar da “iyi yaptın” diyecekler. Biliyorum.
O 35 yaşında hâlâ gençti… Benim 35’likler de hâlâ o top koşturan çocuklar.
Bunu hepsinden iyi biliyorum.
50’lik…
Sırtımda 10’un 10 numaralı formasıyla dolaşmak beni 10 numaralı bir çocuk yapardı. Mahallemdeki tesislerde her gol attığımda 10’un gibi dil çıkarır, 10 tur atardım. Topluma ilk söylediğim yalan, “Ben İtalyanım. Biliyor musunuz?” idi.
Oradaki çocuklar inandıkça ben daha çok gol atardım. Şimdi dilimizi ağzımızdan çıkarmayan hayata karşı söylediğimiz başka dilde yalanlardan çok farklıydı. “İtalyanca aşk başkadır” demediler mi zaten bize? Vallahi de billahi de dediler.
50’sine merdiven dayadı kendileri… 50’lik oldu.
O siyah beyaz formanın içindeki yetenekli adam, Bernabeu’da 93 bin rakip futbolseveri kendisine ayakta alkışlatan kaptan, futboldan uzaklaştığı hızda hayat yolundan da uzaklaşıyor. Yanında seni, beni, bizi de götürüyor. Akşam banyosuna onun isminin yazdığı formasını çıkararak koşan çocuklar ise bugün hâlâ futbolun mis kokulu şampuanı ile yıkanıyor.
70’lik…
Dedem muhteşem bir adamdı. Yeşil sahalar kadar yeşildi gözleri.
Bu yaşımda onunla maç izleyemediğim için bir yanım hep eksik.
Ben 10’un formasıyla eve geldiğimde dizleri kanayan çocukken, televizyonda bir kanalda bir maç açık olurdu öbür kanalda ise diğer bir maç. Üçüncü bir alternatif de vardı tabii… Başka bir maç.
Bazen çok maç izlediği için mi gözleri bu renk diye düşünürdüm. Dedem 70’likti ben İtalyanken.
“Dodi! Juventus’un maçı başladı!” diye bağırırdı içerideki bana. Koşar giderdim sallanan koltuğunun yanına.
Ertesi gün o gördüğün golü çocuklara anlatman gerekirdi. Yaşaman lazımdı. “Messi’nin golünü gördün mü? Dur izleteyim!” diyemezdin ki. Ayağa kalkman, koşman, taklit etmen ve anlatman gerekirdi. Cep telefonuna uzanıp tuşa dokunman değil, seni heyecanla dinleyenlerin kalbine dokunman şarttı. Yoksa o gol nasıl o kadar muhteşem olabilirdi ki?
Akşam Inter’in maçını haber verecek ya da “Mençıstır’ın” maçına heyecanlanacak bir dedem VARdı bir kere. VAR yoktu.
2 Tek…
Şeref’ti beni Juventus’lu yapan dedemin adı.
Sırtımdaki formanın ebedi sahibi ise takımı küme düştüğünde bile gemisini terk etmeyecek kadar şerefli bir kaptandı. Futbolun neden sadece futbol olmadığını bana o anlattı.
Hayatı betimleyemeyeceğime göre… Ben de 10’u başka türlü tanımlayamadım size.
Çünkü önce dedem kalktı o güzelim masadan. Sonra 10’un “Hoşça kal” deyişi duyuldu. Futbol ise lavaboya kadar gitti…
Kimi sofraların adabı vardır derler. Adap aslında o kadehlerin kalktığı isimlerin o masada hiç geçmemesinde yatar. Bu yazı sofrasında da 10’un adı hiç geçmedi, geçmesine de hacet yoktu.
Şerefine El Capitano…
“Şeref”e canım futbol.