Not: Bu hikâyeyi yazarken ben çok dinledim, sen de okurken dinle istedim… Foo Fighters’tan Learn To Fly, Johan için…
Kendimi bildim bileli futbol seyretmeyi çok sevmişimdir. Her seyrettiğim futbol müsabakasından sonra hayallere dalar ve sahanın kenarında olmayı bir şekilde kendime yakıştırırdım. Herkes gibi benim de kafamda şekillenen bir oyun planı vardı elbette! Saha içerisinde sürekli değişen pozisyonlarla oynayan, topu kovalamak yerine topu dolaştırmayı tercih eden ve bu sirkülasyon içerisinde rakip takımı daha ilk dakikalardan itibaren fizik olarak yıpratmayı amaçlayan bir takım felsefesini benimserdim sanırım…
Bu noktada bu taktiği en iyi uygulayan ve hem futbolculuk hem de antrenörlük kariyerinde birçok zafer kazanan Johan idollerim arasında birinci olmuştur her zaman…
Titanlara Başkaldıran Zeus
İdol dediysem benim ütopyamda Johan büyük bir orduya komuta eden ve hep doğru zamanda doğru hamleler yapmayı başarabilen, bu sayede kazandığı zaferlerle kendisine verilen bütün o güzel unvanları hak eden bir mitoloji karakteridir. Amsterdam benim için Olympos’tur hikâyelerimde. Johan ise titanlara başkaldıran Zeus’un ta kendisidir!
70’lerin hemen başında Johan ve arkadaşları art arda 3 defa Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazanırlarken her zaferde attıkları ve attırdıkları ile Ajax’ı başarıya ulaştıran kendisi değil midir? Amsterdam’ın Ajax’ı Avrupa’nın büyük takımlarına karşı başkaldırdığında takımın en büyük savaşçısı ve lideri kendisi değil midir? Peki ya bu finallerde sırasıyla yendikleri Panathinaikos, İnter ve Juventus için ne demeli? Titanların kendileridir işte… Her ne kadar biz küçük ütopyalarımızda kalmayı sevsek de kendisi Olympos’ta kalmak yerine yeni maceralar peşinde koşmaya, babam dediği Rinus Michels’i takip etmek için Barcelona’ya geçmeye karar vermiştir. Bir oyuncu bir takım için ne ifade eder? Ya da doğru soru bu mudur? Johan doğru soruları kendine sorduğu zaman Ajax’tan ayrılmanın iki taraf içinde en doğrusu olduğunu belirtmiştir hep… Kendisi bu konuda, ”Ajax’ta huzurum kaçmıştı ve istenmediğimi hissediyordum. O tür şartlarda Barcelona gibi bir kulüp sizi isterse ciddi olmak zorundasınız” diyor ve ekliyor, ”Hele transfer ücreti dünya rekoru kıracaksa…”
Uçmayı Öğren
Evet 1973 Ağustos ayında evim dediği Amsterdam’a bu sözlerle veda ediyordu Johan. Benim kafamın içinde ise; zırhını kuşanmış yeni zaferler peşinde koşmak için İspanya’ya doğru yola çıkmıştı. Artık stadyum evine birkaç blok ötede değildi. Şartlar ise eskisinden daha ağırdı. Ama hemen öncesinde tanıdık birkaç sima görmek onu mutlu etmiştir şüphesiz… Rinus Michels bütün ihtişamı ile beraber oğlunu karşılamıştı. Yanında ise bir diğer askeri Johan Neeskens vardı. Olympos’un en büyük 3 adamı, total futbolun üç görkemli beyefendisi… Bundan daha iyi bir hikâye olabilir mi? Saygısızlık etmek istemem tabi, herkes kendi ütopyasının efendisidir. Ben Johan’dan bahsederken bu hikâyenin jönü olduğunu belirtmiştim. Lütfen satır arasında kalmasın.
Barcelona’ya ilk adım attığında takım küme düşmemek için mücadele ediyordu. Tekrar soralım; bir oyuncu bir takım için ne ifade eder? Cevapları anımsamak için gözlerimi kapayıp biraz düşüneyim. Evet anımsadım, o sezon sonu La Liga’yı kazandılar. Johan ise Avrupa’da Yılın Futbolcusu ödülünün sahibi oldu. 1978’de Copa del Rey’i de kariyer istatistiğine eklediğinde ise İspanya’dan tekrar Amsterdam’a uçma zamanının geldiğini hissediyordu. Bu uçmanın sonu ise kendi isteğiyle futbol sahnesinden kısa süreliğine çekilme kararına kadar gitti. Olmuştu işte! Dönemin en büyük yıldızı, kramponlarını çıkartıp daha klasik olan ayakkabı modellerine merak sarmıştı!
Ticaret yapacaktı, hevesliydi. Ayrıca kayınpederi sayesinde tecrübeli olduğu zannındaydı! Herkes iyi olduğu işi yapmalı sevgili okuyan, neyde iyiysen onu yapmalısın. Böylesi herkes için, özellikle biz ütopya severler için çok daha iyi! Johan kısa sürede yaptığı yanlış anlaşmalar ile iflasın eşiğine geldi. Kendisine hızlı ve çabuk bir soru sordu: “Tekrar dönebilir miyim?” Her ne kadar kendisi eskisi kadar arzu içinde olmadığını iddia etse de doğuştan kendisine verilen hükümdarlık hakkını nasıl reddedebilirdi ki…
Kürkçü Dükkânı
Kendisini birden Los Angelas’ta buldu. Tekrar dönmek için en iyi yeri bulduğunu düşünüyordu. Haklıydı. Geçmişten çok uzakta, yeni bir şeyler kurmak için ideal bir noktadaydı. Amerika macerası çeşitli hikâyeleri içerisinde barındırsa da benim ütopyamda biraz eksiktir hep… 1979-1981 yılları arasında Los Angeles Aztecs ve Washington Diplomats takımlarında forma giyip Amerikalılar’a, “Bakın beyler bu toptur” dedikten sonra Avrupa’ya Levante formasıyla geri döndü. Kısa süren Levante macerasından sonra tekrardan, doğup büyüdüğü ve kanat çırpmaya ilk başladığı yere geri dönmeye karar verdi.
Hikâyemizin bu noktasında birlikte hayal kuralım. Kısa süreliğine Roma İmparator’u Augustus olduğunuzu hayal edin. Büyük bir zafer sonrası döneminin en muazzam şehrine muzaffer bir komutan ve imparator olarak arka fonda Nirvana’dan Smells Like Teen Spirit çalarken giriş yapıyorsunuz. Ne haz ama! Her bakımdan çok fantastik olurmuş. Johan bunu yaşamıştı fakat “Smells Like Teen Spirit” çalarken değil. Her şeyin başladığı yere birçok defa kazanmanın, kaybetmenin, iflas etmenin tecrübesiyle geri dönmüştü.
Hemen kolları sıvadı. Amsterdam’ın yeni prenslerini yanına aldı. Frank Rijkaard ve Marco Van Basten’li kadroya liderlik yaptı. Ve Ajax ile birlikte 79-80 sezonunda Eredivise’yi bir kez daha şampiyon tamamladı. Kariyeri tam anlamıyla bir rüya gibiydi. Kariyeri boyunca birçok farklı mevkide oynama cesaretini gösterdiği için yıllar sonra Eric Cantona onun hakkında, ”İstese sahadaki her pozisyonun en iyi oyuncusu olabilirdi” diyordu. Fakat o, gole yakın olmayı her zaman daha çok seviyordu. O kadar rahat adam geçiyor ve rakiplerinin önünde topla o kadar hızlı dönüyordu ki futbol literatürüne “Cruyff dönüşü” kavramını bile dahil etmişti. Johan işte! Daha azı hikâyemiz için büyük hayal kırıklığı olurdu zaten.
Büyük Ordu Komutanı
Peri masalının biraz dışında ise farklı olaylar yaşanmaya başlamıştı. İmparator olmanın dayanılmaz ağırlığını hissediyordu Johan. Ajax’ın en büyük rakibi Rotterdam ekibi Feyenoord’a imzayı atıvermişti. Doğup büyüdüğü yere ihanet söylemleri altındayken kendisi ise bunu şöyle anlatıyordu: ”Yönetim kurulu fazla para kazandığımı söylüyordu, e ama sizde kazanmıyor musunuz? diye sormuştum. Kendi cebinizi doldururken ne demeye benden yakınıyorsunuz? Hiç bu kadar doldurabildiniz mi tribünleri? Aynı fikirde değillerdi, kavga çıktı ve kayınpederimin telkiniyle bir anda Feyenoord ile sözleşme imzaladım.”
Kendisini kocaman bir partinin içerisinde bulmuştu birden… Tabii ki yanında yeni prensleri de vardı… Ruud Gullit ve Andre Hoekstra’dan bahsediyorum elbette. Sezon sonuna gelindiğinde bu sefer de Feyenoord ile Eredivisie şampiyonu oldu. Bu intikamın yaralı egosuyla hiç bir ilgisi yoktu; o, oynamak ve kazanmak için doğmuştu. Sadece işini yapıyordu. O sezon fırtına gibi esmiş ve Altın Ayakkabı’nın da sahibi olmuştu. Johan işte! Bunlar onun için çocuk oyuncağı idi.
1984’e gelindiğinde ise kendi isteğiyle tahtı bırakmıştı. Artık kenara gelmiş ve topun üzerine oturarak kimsenin göremediği ayrıntıları görmeye odaklamıştı kendisini….
Benim ütopyamda Johan büyük bir orduya komuta eden ve her zaman kazanmayı amaçlayan büyük bir komutandır. Başladığımız gibi bitirelim istedim, sevgiyle!
Evet sevgili okuyan hikâyemizin sonuna kadar geldiğin ve ütopyamıza konuk olduğun için teşekkürü bir borç bilirim. Johan’ın antrenörlük kariyerinden pek bahsetmediğimi biliyor ve bunu şimdilik kendime saklıyorum. Kim bilir belki başka zamanlarda bu hikâyeyi de yazma cesaretini gösterebilirim.