Bu yazıya hemen bir soru sorarak başlamak istiyorum. En sevdiğiniz süper kahraman ve süper kahraman filmi hangisi? Tabii bu soruya bir sürü cevap gelecektir.
DC Sinema Evreni, Marvel Sinematik Evreni; bunların içinde barındırdığı Batman, Superman, Captain America, İron Man…
Hatta “anti-kahramancılar”ı bile sevenler var. Günümüzde bu temsili karakterlerin tartışması bitmez. Büyük ihtimalle Dünya döndükçe de devam edecek. Asıl anlatmak istediğim, fantezilerin ve hayallerin ötesindeki birçok insan gibi ben de bu yapıtları çok severim.
Aslında sizlere eline eldiven takıp tek bir şıklatmayla dünyanın yarısını yok eden veya gama ışınlarıyla zikzaklar çizerek her yeri toz eden birini değil; gerçekten kötülük yapmış kişiler ile onların zihninde yaratmak istediği dünyaya koşarak cevap vermiş birinin hikâyesini anlatacağım.
Büyük Göç ve Owens’ın Keşfedilmesi
Kurgu eserlerde kahramanların, kahraman olma süreci sancılı geçer. Gerçek yaşamda ise hayatın hiç acıması yoktur. Gerçeklerle ister istemez yüzleşmek zorunda kalırsın.
Belki de bu çizgi karakterler, James Cleveland “Jesse” Owens’tan ilham aldılar. Kendisi, 12 Eylül 1913 yılında Alabama’ya bağlı Oakville kasabasında doğdu. Daha çocukken vücudunda çıkan tümör benzeri bir kitle, hem göğsüne hem de ciğerlerine baskı yapıyordu. Hayat kalitesini düşüren bu durum için hastane, doktor, tedavi ve ameliyat gerekliydi. Bunların hiçbiri için ailesinin imkânı yoktu. Peki ne oldu biliyor musunuz? Ailesi küçük Jessie’yi tek bir bıçakla ameliyat etti ve bu ameliyat başarılı da geçti.
Tüm bunlar yaşanırken, ülke siyaseti de siyahlar üzerinde çok etkiliydi. Hoş, sonraları da hep etkili olacaktı!
Politik baskının ve çifte standardın altında zor zamanlar yaşanırken, bir de geçim sıkıntısı -tarım yapılıyordu fakat yeterli değildi- eklenince; aile büyük göçe katılmaya karar verdi. Bir milyondan fazla Afro-Amerikalı’nın katıldığı bu göçte, Jesse Owens ve ailesi kuzeye yolculuk yaparak Cleveland, Ohio’ya yerleşti.
Ohio Üniversitesi’ne gidene kadar genç Jessie marketlerde, otomobil tamircilerinde çalıştı. 15-16 yaşlarına geldiğinde koşuya karşı ilgisi olduğunu fark etti. Ortaokulda yarış hocası Charles Riley’in cesaretlendirmeleri sayesinde, çalıştığı işten ziyade spora ağırlık verdi. Üniversiteye girdikten sonra, yetenekli sporcuları keşfetmesi ve onları parlatması ile tanınan Larry Snyder (Evet, Zack olan değil!) ile çalıştı. Üniversite hayatı da gerçekten zordu. Sadece siyahların olduğu yerlerde yemek yiyebiliyor ve siyahların kaldığı otellerde kalabiliyordu. Bu zorluklara rağmen yarışlarda aldığı başarılı sonuçlarla bursunu korumayı başardı. Ardından gözünü 1936 yılındaki olimpiyatlara dikti.
Çaresizlik ve yükseliş
Bu paragrafa çaresizlik diye başlık attım ama merak etmeyin bu durum Jessie için geçerli değil. Eminim bu çaresizliğin hikâyesini okuyunca çok seveceksiniz.
“Oh iyi olmuş, sinirlerinden kudurmuşlardır umarım” bile diyebilirsiniz. Zaten kendisi Afrika kökenli olduğu için bu gibi durumların milyon tanesini görmüştür. Kaldırımdan yürümüş ya da asfaltta yürümüş, bu tarz insanları pek etkilemez zannımca. Neyse fazla uzatmayalım. Owens kendisine olimpiyat hedefi koymuştu. Koymuştu koymasına ama önce adını duyurmalıydı. Bir nevi büyük organizasyonlar için yapılan, üniversiteler arası konferans seçmelerine girdi. Bu seçmelerde 45 dakikada 4 rekor geldi. Bunlar sırasıyla; 100 yard koşusu rekorunu egale etmesi, 220 yard koşusu, 220 yard engelli koşusu ve uzun atlamada 8.13 ile Dünya rekorları kırmasıydı.
Bu yarışlar 1935 yılında yapıldığında olimpiyatlara tam 1 sene gibi bir süre kalmıştı. Rekorlar ve performansı ortadaydı. Birleşik Devletler, istemeyerek de olsa kendilerini temsilen Berlin’e siyahi bir atlet göndermek mecburiyetinde kalıyordu. Jesse Owens’ın yükselişi, Amerika’nın hoşgörüsüz bir yandan da çaresiz çevrelerini silip süpürmüştü.
Olimpiyata katılma hakkını elde etmek bile o dönemlerde bir siyahi sporcu için başlı başına bir zaferdi.
1936 Yaz Olimpiyatları
Almanya, olimpiyatlara çok iyi bir hazırlanma sürecinden geçmişti. Alman disiplini ve organizasyonu zaten Avrupa’da bilinen bir şeydi. Üstüne bir de Nazi Partisi ve Adolf Hitler yönetimi de eklenince hazırlıkların mükemmel olmaması beklenemezdi. Panzerlerin keyfine diyecek yoktu tabii. Dünyanın en büyük organizasyonu onlardaydı. Reklam ve halkla ilişkiler, tanıtım çalışmaları sayesinde iyi gidiyordu. Propaganda yapılacak en iyi platform bu olduğundan dolayı herkese ideolojilerini anlatacaklardı.
Öte yandan Aryan ırkın temsilcileri olan sporcularına çok güveniyorlardı. Bu gelişmeler sonucunda, sadece geriye yaslanıp keyifle yarışları izlemek kalıyordu.
Jessie’nin yarışacağı gün geldiğinde -ki bu 3 Ağustos’ a denk gelir- herkes stadyumda yerini almıştı. 1930’larda bir siyahi olarak olimpiyatlarda yer almak kendisi için büyük bir onur, temsil ettiği siyahi toplum için rüya gibiydi. Ülkesi için ise… Eh işte! Ülkesi şüpheciydi, tepeden bakan bir tarzları vardı. Jessie, “Amerikan Rüyası” değil, kendi rüyasını yaşıyordu. Başında Führer’in bulunduğu ülkeden sessiz sedasız gitmeye de niyeti yoktu.
İlk yarış, 100 metre koşuydu. Şimdilerde 100 metre olimpiyatın en popüler yarışıdır. (Usain Bolt dediğinizi duyar gibiyim!) Bu yarışı rahatlıkla birinci bitirdi. İkinci yarışı uzun atlama dalındaydı ve 8.06 ile Dünya rekoru kırdı. Üçüncü yarış, 200 metre koşusu ve son yarış ise 4×100 bayrak yarışıydı. Owens, Amerika takımıyla hem 200 metrenin hem de bayrak yarışının galibi oldu. O artık, 4 altın madalyalı siyahi bir sporcu olarak bütün ırkçı düşünceleri Berlin Stadyumu’na gömmüştü.
Dünya siyahtan bile daha karanlık
Berlin’deki başarıları sayesinde tarihe geçen Jesse Owens, Amerika’ya dönüşünde büyük coşkuyla karşılandı. Ülkesine ayak bastığında yüz binlerce insan onu karşılamak için akın etti. Sokaklarda halk adeta birbirini ezercesine sporcuya sevgilerini gösteriyordu. Önemli siyasetçiler ve başkan, Owens’ı kabul etmek için randevulaştılar. Ayrıca devlet tarafından “halk kahramanı” ilan edilmesi kararı çıktı. Bunu takiben bir takvim düzenlenerek ülke çapında geri kalan insanların da onu tanıması uygun görüldü!
Bir sporcu için böylesine kıymet görmek ne kadar hoş değil mi? Bir önceki ay, “vedalar” konusu üzerine yazılan yazılarda hep karşılaştığımız durumları hatırlayalım: Kalabalıklar toplandı, halk ve devlet minnetini gösterdi.
Ne yazık ki, ülkesine dönüşte Jesse Owens kimse tarafından önemsenmedi. Naziler ile bir arada yaşayabilen adam şimdi ülkesinde ayrımcılığa maruz kalıyordu. Başkan Franklin Delano Roosevelt kendisinden hiç bahsetmemişti. Tebrik dahi etmemişti. Adeta kendi sporcusunu yok saymıştı. Diğer yandan üniversite ile notlarının iyi olmamasından dolayı (Olimpiyatlara katıldığı için ve 4 altın aldığı için olabilir mi acaba?) bağları kopmuştu. Tabiri caizse eğitimsiz ve işsiz kalmıştı. Dedik ya, hayat gerçekten acımasız.
Kendisi akşam eve geldiğinde yemekte 4 tane altın madalya yenmeyeceğinin farkındaydı. Realist bir tutumla eski işlerinde bir bir çalışmaya başladı. Yine marketlerde ve benzincilerde çalışarak geçinirken, o sıralar artık 2. Dünya Savaşı bitmiş, nispeten ayrımcılık ve ırkçılık hafiflemişti. Jesse Owens için iadeiitibar ise savaştan 11 yıl sonra, 1956 yılında Başkan Eisenhower tarafından yapıldı. Başkan, Owens’ı 1956 Yaz Olimpiyatları’nda kendilerini temsil etmesi için Avustralya’ya gönderdi. Bu hamle ile daha çok tanınan sporcu, artık bütün çevrelerce bilinen, saygı duyulan bir figür olmuştu. Amerika’nın aklı başına gelmiş olacak ki adına posta pulları bastırarak saygıyı resmiyete dökmüştü!
Değnek Misali!
Jesse Owens, iki ucu da kendisine yaramayan değnek misali arada kalmıştır. Evet, bu külkedisi hikâyesi de değildi ve gerçekti. Bana göre 1936 yılında kazandığı başarılar, bir faşistin üstün ırk rüyasını söndürmüştü. Öte yandan kendi ülkesinde gördüğü muamele, insanların renkleri yüzünden nasıl öteki olarak görüldüklerinin vahametiydi.
Günümüze baktığımızda pek bir değişiklik yok. Spor organizasyonlarında hâlâ farklılıklara son vermek için mesajlar yayınlanmaktadır.
Tabii, 1930’lardan günümüze pek çok değişen şey de oldu. Irkçılığın yanına cinsiyet ayrımcılığı, kadın şiddeti gibi bir çok durum da ne yazık ki eklendi. O yüzden bu hikâye okunmalı ve yayılmalı. Belki bizim bilmediğimiz bir yerlerde, tanımadığımız birilerine ilham olur. Hayatı daha iyi anlamaya başlar. Çünkü Jesse Owens, bütün insanlık için savaştı ve koştu. Tüm toplumlarda olması gereken, ihtiyaç duyulan insan tiplemesinin gerektirdiği kahramandı. Bu açıdan, dünyanın insanlığa bıraktığı önemli bir mirastır.
Tek taraflı bakış açılarının, sadece bir fikir üzerinden insanların kendilerini izole etmelerinin, tekdüze yaşam tarzı yüzünden ön yargılı olmak gibi durumların bir gün yok olması dileğiyle!