Site icon Victory Dergi

Can Bartu: Bir Çubuklu Kültü

2 Ekim 1968 günü, Mithatpaşa Stadı’nda toplanan kalabalık heyecanlıydı. Türkiye Ligi’ni bir önceki sene şampiyon tamamlayan Fenerbahçe, 0-0 biten maçın rövanşında Şampiyon Kulüpler Kupası’nda tur atlamak üzere Manchester City karşısına çıkacaktı. Yılmaz Şen, Ziya Şengül ve Ogün Altıparmak gibi yıldızları kadrosunda barındıran Fenerbahçe, sürpriz bir ilk maçın ardından kaptan Can’ın en önde yürüdüğü şekilde; Colin Bell’li, Oakes’lu, Neil Young’lı City’nin karşısındaydı…

Kaptan Can Bartu, geri döndüğü Fenerbahçe formasıyla ve tüm ihtişamıyla sahaya ayak bastı. Maç başladı!İlk yarı karşılıklı ataklarla geçiliyor, kalabalığın sinir kat sayısı yükseliyor ve o gol bir türlü gelmiyordu. 11’inci dakikada ise Tony Coleman, İngilizler adına golü bularak Mithatpaşa Stadı’nı dolduran kırk bin kişiyi derin bir sükunete sürüklüyordu. Devre bu skorla bitti. İgnace Molnar, olağanca siniriyle içeri daldı ve Can’ın yanına gitti. Ona, az konuşabildiği Türkçesiyle; “Sen çıkıyorsun” dedi. Hocasının kararına saygı duyan kaptan, duşa doğru ilerlerken; Ziya, Şükrü ve Ogün bu karardan hocalarını vazgeçirmeye çalışıyorlardı. İkna da ettiler. İkinci yarı harika bir oyun ortaya koyan Can Bartu, 2-1’lik galibiyeti taraftarların omzunda kutluyordu. Takımını sırtlamış ve daha iki sene önce “Dünya Şampiyonu” olan İngiltere Milli Takımı’nın, birçok oyuncusunu barındıran City elenmişti. Başrolde de o vardı: Can Bartu.

Sinyor

Kibir ve ego arasındaki karşı konulamaz ilişki, kimi insanlarda burnu büyüklük yaratsa da bazılarında ego olarak sirayet eder. Bunun neticesinde de şahsına münhasır insanlar ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Dolayısıyla yazdığım yazılarda, zekâsını egoyla birleştiren kişileri kaleme almayı her zaman sevmişimdir. Böyle insanların en iyi temsillerinden birini de, “Sinyor Bartu” yaşadığı dönem içerisinde bizlere gösterdi. Baştaki kısa girişten de anlayacağınız gibi; Sinyor, ününü yeşil sahalara ve Fenerbahçe’sine borçlu… 1956 yılında çok sevdiği basketbola tercih ettiği futbol çubuklusunu, 1961 yılına kadar terletti. 1961’de dünya futbolunun gördüğü ilk 10 numara Nandor Hidegkuti, tanrının ona bağışladığı muhteşem gözüyle, çubuklu altındaki bu genç çocuğu Fiorentina’ya götürmeye karar verdi. Onda, İnter’in oyun kurucusu Luis Suarez gördüğünü daha sonraki açıklamalarında dile getiren üstat, takımın hücum planlarını Can’ın yaratıcılığı üzerine kurmakta herhangi bir sakınca görmemişti.

Can Bartu

O sıralarda Türkiye’de “Baron” olarak tanınan Bartu, “Sinyor” lakabını da burada alıyordu. Tabii, kendisine göre barondan sinyora geçiş bir nevi tenzil-i rütbe anlamına geliyor olsa da, bugün hepimiz onu “Sinyor Bartu” olarak tanıyoruz. Etkileyici futbolunu Fiorentina’da da sürdüren Bartu, kısa sürede taraftarların sevdiği bir oyuncu haline gelmişti. 1962’de Fiorentina’nın, Atletico Madrid ile oynadığı Kupa Galipleri Kupası finaline çıkarak Avrupa’da final oynayan ilk Türk futbolcu unvanını da elde etmişti. Karizmatik kişiliği ve yakışıklılığı kısa sürede kendisini popüler yapmıştı. İtalyan tarzına da bu dönemde alıştı. Kaliteli giyimin merkezinde kendini buldu. Kruvaze ceketler, İtalyan kesim takımlar, güzel kokular ve iyi futbol… Aradığı her şeyi İtalya’da bulmuştu.

Dillere Pelesenk Olmak

62-63′ sezonunu Venezia’da geçirdikten sonra 64’ sezonuna kadar Fiorentina’da kalmıştı. 1964 yılında, 3 sene geçireceği Lazio’ya transfer olmuştu. İyice İtalya’ya alışan Bartu, ileride çokça tüketeceği espresso aşkına da Floransa ve Roma’da vurulmuştu. Purosu da ağzından eksik olmuyordu. Lazio’da çok iyi oynadığı bir maçta alkışlanmak için oyundan alınıyordu. Oyundan çıkarken uzun paltosunu sırtına atıp purosunu yaktığı fotoğraf, sanırım karizmasını anlatmak için en ideal andır. Bir fotoğraf, bundan daha fazla Can Bartu olamazdı.

1967’de Fenerbahçe’ye kaptan olarak geri döndü. 1968’de yukarıda ufak bir anlatısını yaptığım Manchester City karşısında mükemmel bir oyun ortaya koyarak, “Can artık yaşlandı” diyenleri şaşkına uğratmıştı. Zaten kendisine ait olan ifadeyle kalabalık maçları daha çok seviyordu. Kimsenin olmadığı maçlardan pek hazzetmiyordu. Ailesini de ikna etmesi pek kolay olmamıştı. Kadıköy eşrafından olan aile, kendisinin futbol oynamasını pek istemiyordu. Çünkü futbol onlara göre, serseri işiydi! Bu konuda ailesine çok baskı yapıyordu Bartu. En sonunda da; ne kadar iyi oynadığını annesine göstermek için onu maça çağırmıştı.

Annesi, oğlunun ne kadar iyi olduğunu söylerken bile insanların bunu küfürle ifade etmelerine çok şaşırsa da futbol oynamasına müsaade etti. Nihayetinde, bugün Şükrü Saraçoğlu Stadyumu’nda kulakları sağır eden o marşın içinde kendisine yer buldu: “Cihatlar, Lefterler, Canlar, Fikretler / Hâlâ sevilen birer abidedirler!”

Kült Figür

Türk sporunun gerçek bir efsanesi olarak 1970 yılında futbolu bıraktı Bartu. Smokin gibi giydiği formasını çıkardıktan sonra, kalitesizliğe düşmanlığını her seferinde belli ettiği köşe yazılarına başladı. “İnsan en çok sevdiğini eleştirirmiş” lafını hatırlatırcasına en çok o eleştirdi Fenerbahçe’sini. Hatta bunu kulüp televizyonunda yapacak kadar! Sonuçta, “Sinyor”du o.

Türkiye’nin en büyük problemi de aslında bu noktada ortaya çıkıyor. Bartu’nun bütün yazılarına ulaşabilme imkânımız varken, oyununu yalnızca onu izleyen büyüklerimizden dinlemek mümkün. Örneğin; benim ve birçok Fenerbahçeli çocuğun isminde imzası bulunan bu sanatçının, ancak birkaç maçını izleyebiliyoruz. O da sadece birkaç dakika! Aslında böyle isimlerin kültleşmelerini sağlayan belki de budur. Hiç izleyemediğimiz, sadece dedelerimizin izlediği ve bize “Bu da topçu mu? Can bir oynardı ki sanki topla şiir yazardı” diye anlatıp bizim zihnimizde efsanevi bir karakter yaratmaları, bu miti kesinlikle destekliyor.

Ayrıca Bartu’nun da bu mite, söyledikleriyle destekte bulunduğu aşikâr. Mesela 80’li yıllarda bir maç çıkışında arkasından koşan biri, “Can Abi bak sana kimi getirdim” diyerek Sinyor’u yarım saatlik bir muhabbetin içine sokmuştu. Ayrıldıklarında “Yahu bu adam kimdi?” diye yanındakilere sormuştu Sinyor. “Can Abi, sizin takımdaydı. Fener’de sağ bekti, tanımadın mı?” dediklerinde “Aman canım ne bileyim, arkalarda bir yerlerde oynamış işte” gibi bir cevap vererek kendi mitini yaratanlar kervanına katılıyordu. Lefter’in oynadığı dönemde gölge olan sol kanada geçemezken, kaptan olduktan sonra hiç oradan ayrılmamıştı. Eğer futbolda bir oyuncu kültü yaratılacaksa Türkiye için bu kültlerden biri de Can Bartu’ydu. Yüksek bir ego ve kaliteye olan adanmışlık…

“Sanatçılar Böyledir”

Ona göre, iyi bir futbolun olmazsa olmazı akışkanlıktı. Seri hücumlar, çeşitlilik, kanat organizasyonları ile takım oyununun alt edemeyeceği çok az rakip vardı. Zaten oyundaki memnuniyetsizliği hemen anlaşılıyordu. Cemal Süreya’nın belirttiği gibi, canı isterse oynuyordu. Oynamıyorsa, tenezzül etmediği için oynamıyordu. Sahadaki en temiz formanın sahibi hep kendisiydi. Futbolun çamur deryalarında ve sertlikle oynandığı dönemde tüm zarafetiyle bir kuğu gibi görünüyordu. Futbolumuzun en ikonik anlarından biri olan Metin Oktay’ın jübilesinde, Galatasaray formasını şerefle giyiyordu. Fenerbahçe ve Türk futbol tarihinin en özel karakterlerinden ve kuşağını en çok etkileyen kişilerden biriydi.

Kanatta ve oyun kurucu pozisyonlarında oynayan Bartu, her iki mevkide de çok başarılı zamanlar geçirmişti. Türkiye’de daha çok sol kanattan içeri bindiren bir oyuncuyken ve Fenerbahçe’nin o yıllardaki 4-3-3’ünün sol kanat forveti olarak oynarken, İtalya’da bir “fantisista”* olmuştu. Oyunu yönlendirmek, atakları olgunlaştırmak ve sanatsal dokunuşları yapmak hep onun görevi olmuştu. Zaten onu izleyenler, futbolcu olmadığını; futbol Can’ın oynadığı diğerlerinin ne oynadıklarını bilmediklerini söylemişlerdi.

Benim fakir kalemim onu anlatmaya haddi olamayarak niyetlendi ve Can Bartu yazmaya çalıştı. Fakat bu yazı biterken sanırım onu en iyi anlatan kişinin finali yapması doğru olacaktır. İslam Çupi, 4 Eylül 1970’te, yani Sinyor’un futbolu bıraktığının ertesi günü şunları yazıyordu:

“Sanatçılar böyledir. Vereceklerini bitirdikleri gün, kendi hayatlarını yırtarlar. Kaybolmazlar, yok olmazlar da daha büyürler. Dolmayan yerleri, her gün genişleyerek kendi efsaneleri olur. Eh Mithatpaşalı! Şimdi al kafanı ellerinin arasına. Geride kalan mallarına bak! Bir gün muhakkak isyan edeceksin. Kendi gözlerinde, benim “Kalemimdeki Kont”u arayacaksın. Ve futbol Türkiye’de bir gün, topun insanlara kumanda ettiği terör sisteminden, insanların topa hükmettiği bir sanat haline dönüşürse, o zaman hep birlikte bağırırız: Bu ustalığı Türkiye’de ilk defa sahalarda Can tarif etmiş, Can şuurlandırmış, Can gezdirmişti.”


* Fantisista: Ofansif Orta Saha 

Exit mobile version